27 Şubat 2010 Cumartesi

Ahlaklı yazı

Eskisi kadar idealist olmadığımdan ya da olamadığımdan mı bilmiyorum, hayat benim için epey kolaylaşırken, içimde eskiden sahip olduğum saf ahlakı da duyumsayamıyorum. Başkalarının başına gelen kötülüklere müdahil olamadığımı farkediyorum ya da olmuyorum, kendimi sadece çıkarlarım söz konusu olduğunda koruyorum, doğru olanın bu olduğunu hissettiğim için değil. Ahlakın kaynağının duygular olduğuna inanan birinden, son derece akılcı, pragmatik temelli bir ahlak anlayışına doğru evrilmiş tutumum yıllar içinde. Bunun tam olarak ne zaman başladığını hatırlamıyorum ama şöyle bir düşününce sanırım iki ana kırılma noktası buluyorum.
Çocuklukta, sanki bir hastalık ya da evrak karışıklığı yüzünden benden başka herkesin katıldığı özel kampta eğitime tabi tutulmuşlar, hakkaniyet duygularından arındırılarak bencilliğin el kitabıyla beyinleri yıkanmıştı. Sahte merhamet soslu, kaypak, güçten ve güçlüden yana, sözde akılcı aslında akıllı insanda bünye zehirleyecek cinsten ucube bir ahlak anlayışına kavuşturulmuşlardı. İşin pis tarafı bizim evde de herkes aynı tezgahtan geçmişti. İlk kez on iki yaşında iken şu tür cümleler kurmaya başlamıştım: İnsanlık bu mudur? Hepimiz öleceğiz çok yakında, değer mi şimdi bu yaptıklarınıza? Bu kadar değersiz şeyleri bu kadar önemseyerek nasıl olur da bir insanı kırarsınız? Küçük Emrah gibi bir şey olmuştum, boynum sık sık bükülür, gözlerim hep dolu dolu gezerdim. Fakat bu arada bizim kızlarla kurduğumuz dans grubuna uydurduğum figürleri zorla öğretmeye çalışırken, kız kardeşimin bir türlü istediğim hareketleri yapamamasının nedeninin pasif agresif direniş olduğunu anlayacak kadar kendimde olamadığımdan, çocukcağızı defalarca "gerizekalı" diyerek aşağılayabiliyordum. İnsanların bana ve diğerlerine zarar verebildiği kadar benim de diğerlerine aynı şeyi yaptığımı farketmem sanırım çocukluk nevrozumu başlatan şey olmuştu. İnsanlardan beklediğim iyilikseverliğe ben sahip değildim.
Zaman içinde insanlara hak ettiklerine kanaat getirdiğimde zarar verebileceğime karar vermiştim. Göze göz dişe diş dönemiydi bu. Böylece aslında bana zarar vermeye devam etmelerinin de bir şekilde önünü açmış oluyordum farkında olmadan. Ama en kötüsü birinin kötülüğü ne zaman hakedip etmediğine karar vermek gibi Tanrısal bir kudrete sahip olmaya çalışıyordum. Böylece gençlik nevrozum başlamış oldu. Çoğu zaman pişmanlıkla sonuçlanan çıkışlar, hep yanlış zamanda gelen tepkiler, şiddeti ayarlanamayan güç gösterileri bir yana, diğerlerini anlamaya çalışarak geçen zamanda yenen bin tane kazık, akabinde kendine acıma seansları, güçlükle ayakta tutulmaya çalışılan özsaygı, yorgun düşen özgüven...
Sanırım sonunda Tanrı rolünü bırakmaya karar verdim bir şekilde. Kendimden de diğerlerinden de beklentilerimi azalttım. İnsanları hikayeleri ve durumsal koşulları içinde değerlendirerek daha bağışlayıcı biri haline geldim. Zamanla bağışlamanın bağışlamamayı da kapsadığını, ama birini bağışlamış olup olmadığının o kişiyi ilgilendirmeyeceğini anladım. Buna da seyrelme, azalma, yalnızlaşma fakat diğer yandan bir nebze de olsa huzura kavuşma dönemi diyelim. Küçülerek büyüme zamanı geldi benim için.
Bir adam, bir diğerine küfürler savurup canı çektikçe tokatlarken, bunca aşağılanan adamın 'abicim benim' diye diğerinin yanaklarını öptüğünü izlerken mesela geçenlerde, iğrenme, acıma, öfke, nefret duydum her ikisine de. Ama sadece izledim. Belki beni hiç alakadar etmeyen bir olaya burnumu sokarak başımı belaya sokmak istemeyecek kadar faydacı biri haline gelmemin de bunda rolü vardır ama en çok da Tanrı olmadığımı bildiğimden, hiçbir şey bilmediğimi bildiğimden diyelim. Ayrıca izlemek yaşamaktan daha öğreticiymiş.