19 Mayıs 2010 Çarşamba

Aşkı Beklerken

Yalnızlığın aydınlık yüzüne bakıyorum, bir güneş yükseliyor midemden göğsüme ve ben adını özgürlük koyuyorum. Kulaklarımda Steve Miller Band, ayaklarımda rugan papuçlarım, yağmurun altında, insanların arasında kocaman kaldırımı dimdik adımlarken, şehir sanki bana ait, sadece bana. Sevişebilirim, dövüşebilirim, kahkahalarla gülebilirim, canım çıkana dek ağlayabilirim; yabancı değilim kendimle ilgili hiçbir şeye. Gücümü seviyorum, güçsüzlüğümü bağışlıyorum. Kendi yakasına yapışarak yaşayan insanlardan değilim, kendimi rahat bıraktım uzun zaman önce. Bu yüzden bu kadar çıplak sözcüklerim. Bana benden başka kimse zarar veremez ve hiçbirinize bunu yapabilecek gücü bağışlamıyorum.

Beni aramayın. Sevgi sözcükleriniz de şefkat vaadleriniz de umrumda değil. Yalnızlığım takas edilesi değildir sıska aşklarla; aşk bir kaçışsa kendinden benim büyük bir kaçışa ihtiyacım var. Çokum ben, sizinle azalamam.

Canım, ben seni bekleyeceğim. Elimin altında numaran ama aramayacağım, biliyorsun. Sevdiğim hiçbir adamı arayamadım ben. Sevdiğim hiçbir adamı ikna etmedim sevmeye. Büyük olsun istedim gelişiniz. Geldiğinize değsin istedim.

Seni beklerken gülümsüyorum şimdi. Kaldırımlar uzuyor, adımlarım neşeli bir ritim tutturuyor, dudaklarımda "Come up and see me, make me smile/ Or do what you want, run on wild", gözlerimde kocaman bir parlama ile seni bekliyorum.

La Luna



Az sonra gideceksin. İki güne sığdırılan hızlandırılmış aşkımız da nihayete erecek böylece. Böyle olması gerektiğini, başka türlüsünün en çok da benim için mümkün olmadığını bilmeme rağmen canımı acıtan bir şey var bu vedalaşmalarda. Bir oğul hasreti duyuruyor bana varlığın ve gidişinle unutulacak bir sevilme açlığım var buralarda bir yerlerde. Bana bunu hatırlattığın için belki sana hiç haketmediğin halde kızgınım da biraz.

Seni sevebilirim ama birini sevmenin ağırlığını kaldıramam, muhtemelen sen de aynısını düşünüyorsun. Unutmak için tanıdık birbirimizi. İsimlerimizi söylerken biliyorduk bunu. Yazmadık o yüzden, sadece seslendirdik.

En kötüsü ne biliyor musun? Birgün birini seveceğini, bunu göze alacağını ama bunu şimdi benim için yapmaya değer bulmadığını bilmek. "O kadın" değilim ben. Seni affetmemin nedeni de bu sadece: "o kadın" olmadığımı biliyorum ben de. Senin "o" olmadığını bildiğim gibi. Yine de bilmek yetmiyor keyifli bir vedalaşmaya. Hiçbir ayrılığı hakettiği hafiflikte yaşayamadım ben.

Öyle genç, öyle güzel, öyle masumsun ki, anneni kıskanıyorum. Vücudun vücuduma, gözlerin gözlerime yapışmış bir halde kendimden geçerken, şehvetten daha fazla duydum oğul hasretini. Benim sevebileceğim tek erkek kendi rahmimde yarattığım olabilirdi.

Yurtsuzluk imkan dahilinde, zamansızlık asıl mesele

Hiçbir yerde olmadan yaşayabilir insan, yapamayacağı zamandan yakasını kurtarmaktır. Münzevi için de geçerli bu dediğim, seyyah için de. Ben ile ilişkimi düzenlemek ötekilerle olduğundan zordur çünkü. "Ülfet belalı şey fakat uzlet sıkıntılı/ Bilmem nasıl geçirmeliyim son beş on yılı" derken şair, kastettiği tam da böyle bir şeymiş gibi geliyor bana. Çileye çekilip cezbeye tutulan da, kimyasallarla kendini zehirleyen de, şiirle kanını ateşleyen de aynı şeyi arıyor esasında. Zamanın dışına çekilmek. İnsanlardan kaçmak mümkün, peki ya kendimle ne yapacağım?
Bizi asıl korkutan başka bir alemde günahlarımız için hesaba çekilmek değil; asıl korktuğumuz zamanın yargıçları tarafından yargılanmak günün birinde. Savcılar her gün yeni dosyalar hazırlıyor aleyhimizde: Sağlığına dikkat etmiyor yazıyorlar, çocuklarıyla yeterince ilgilenmiyor, hayallerinin peşinden koşmayı bıraktı, yine bir fırsatı korkuları yüzünden kaçırdı, hala öfkesine hakim olmayı öğrenemedi, gelişigüzel seks yapmaya devam ediyor, kocasını terk etmeyi bu sefer de beceremedi, sorumluluk almamak için yapayalnız yaşıyor; yazıyorlar da yazıyorlar. Her gün kulaklarımızda uğuldayan korkunç fısıltılar bunlar. Allah'a sığınarak, esrikliğe kaçarak, unutmaya çalışarak, gürültüyle uyuşarak, titreyen bacaklarımıza derman arıyoruz bazen devam etmek için; bazense soğutucuyu çalıştırıyoruz, erimesin buzlarımız, kaskatı kesilmiş bacaklarımız çözülüp gitmek zorunda kalmayalım diye.
Zamanın acımasız sınavında geçiyor ömrümüz. Türümüz zamanı yarattığından beri durum böyle. İz takip ederek daha çok avlandık ve medeniyeti kurabildik, fakat bir daha asla özgür olamadık. Şimdi ne kadar hızlı kaçarsan o seni o kadar hızlı yakalayacak. Çilede 1001 gece sona erer, aşkın ateşi söner. Bilenin acısı hafiflemez, bilakis artar.

Solipsist

Can sıkıntısından kurtulmanın yolunu kendi dışında arayanlara "normal", kendisinden bir dünya yaratıp onun içinde bir ömür tüketenlere de "ruh hastası" deniyor sanırım. Evet, bu bağlamda çok sağlıklı biri olduğum söylenemez. İnsanların bende sevdiği tek şey güleryüzlü olmamdır ki bu da sanırım sadece benim sapkın yüzümü sakladığım bir maske. "Sizi görüyorum, sizin farkınızdayım" mesajı veriyorum diğerlerine. İyi bir dinleyici olduğum da söylenebilir aslında. Bunun da iki nedeni var: birincisi başkalarının açıklarını yakalamayı seviyorum. Onların tozu toprağı beni parlatıyor kendi aynalarımda. İkincisi, beni mutlak gerçekliğe ulaştıracak tümevarımlarım için malzeme toplamak. Her kaçığın böyle sapık arzuları vardır, kendilerinden saklasalar da.
İnsanları seviyorum, çünkü ölecekler. İyice zıvanadan çıktığım sanılmasın. Can sıkıntısından daha kötüsü vardır çünkü; korku. Bir gün her şeyin sona ereceğine dair bilginin edinilmesiyle başlayan ve kendi içine hapsolmuş birey için şiddeti kat be kat artan o en büyük en eski korku. Aniden, onu hatırlatacak hiçbir şey olmamışken, günün sıradan bir anında, rutin bir eylemi gerçekleştirirken, mesela çamaşırları katlarken, birden suratına şamar gibi çarpar: öleceksin! Yüreğin sıkışır birden, anksiyete boğazını sıkmaya başlar, vücut ısının arttığını hissedersin. İşte böyle zamanlarda, ölmekten daha kötü tek şey olduğunu düşünürüm: ölecek olan tek insan olmak. Hepinizi minnetle anıyorum o an.
Annemi düşünüyorum, geçtiğimiz yıllarda orta şiddette bir depresyon yaşamıştı. Hayatında ilk kez "insan ve insanlık yazgısı" hakkında düşündüğüne şahit oldum o aralar. Bazen sabahlara kadar sigaraları birbirine ekleyerek yalnızlıktan aşka, aileden kadınlık durumuna, Tanrıdan ölümlülüğe; varoluşu, yaşamı ve insanlık durumunu konuşurduk. Neredeyse ilk kez birbirimize bu kadar yakın olmuştuk. Aklı ilk kez sorularla doluydu. Gel zaman git zaman kullandığı ilaçların da yardımıyla geri kalan ömrünü nasıl geçireceğine dair bir yanıt buldu sonunda: kendini bahçesine ve bitkilerine verdi. O artık iyi ve biz eskisinden de kötüyüz.
Bir anlamda acıklı bir kader bizim gibilere düşen. Kendimizden ve bitmek bilmez sıkıntılarımızdan başka oyalanacak bir şeyimiz yok. Bir arkadaşım, benim gibi insanların yalnızlığa mahkum olduğunu, çünkü insanların diğerlerinde kendinden kaçmayı aradığını, benim gibilerin onları arzularının tersine kendilerine ittiğini söylemişti. Haklı galiba. Bir derdiniz olursa beni bulun, sizi dinlerim. Sevmeye gelmem, gelemem.

İçkiye vereceğin parayı kitaba ver ey kafir!

İş ilanlarını okumak tüylerimi diken diken etmeye yetiyor. Sadece işsiz yavrulara balon umutlar. Bilen bilir zaten, anlatmaya ne hacet. Bilmeyen de önünde sonunda öğrenir. Sol şu kimlik meselesini bi aşsın artıkın, fenalık geldi. Kürt, kadın, eşcinsel, çevre, hayvan hakları mevzularındayız sanki bin yıldır. Tarih durdu. Zaman akmıyor. Bu konuları küçümsediğimden değil elbet, ama solun ne olduğunu da unutuyoruz bu arada. Özeleştiridir de aynı zamanda efenim. Dünya genelinde baktığımızda en önemli sorun işsizlik ve düşük ücret. Kadın-erkek-gay-lezbiyen-Kürt-Türk-Afrikalı-Amerikalı-Çinli ayırmıyorlar. Geçen yıl anarşist eylemlere kalkışanlar da okumuş etmiş, iş bulamamış ya da bulduysa da üç kuruşa talim edilmiş Yunan gençleriydi. Avrupalı çocuklar aç, lakin bir Malezyalı parayı götürüyor hem de Avrupalıları çalıştırarak. İşsizin, fakirin, açın, mahrumun kimliği yok. Üniversitede bir hocamız sormuştu: Felsefe zor şartlarda mı gelişir rahat şartlarda mı diye? Anfidekiler karışmak istemediler herhalde bu tartışmaya ki zaten şimdi hepsi bir şekilde yolunu bulmuş durumdadır tahminimce bütün aptallıklarıyla. Devir böyle. Hani artık azıcık bir seviye beklemek bile insanlardan haddini haddiyle aşmak demek. Sen kimsin ki diyeceksiniz? Harbiden bi halt değilim, olamadım. Şartlar da izin vermedi, ben de elimden gelecek gayreti göstermedim. Sistem insanı olmayacağım diye yemin etmiştim daha orta okulda. Tuttum sözümü ya da o söze tutuldum, bilemiyorum. Benim anladığım kader işte böyle bir şey. Neyse, o gün yüzlerce kişi arasında konuşma arzusu duyan tek elemandım. 'Felsefe zenginlikte olur' dedim. 'İnsanların düşünmeye vakti olmalı.' Yunanlıları örnek verdim falan. Hoca anladığım kadarıyla kendi orta sınıf ahlakıyla-üniversitelerde doksanlı yıllarda farklı bi model bulmak imkan dahilinde değildi zaten- çaktırmadan aksi yönde argümanı yumuşakça yedirmeye çalışmıştı. Bu arada bu konuya nerden geldik? Ha! diyordum ki insanlar işsiz, aç, acınası hallerde. Düşünmek lüks. Eleştirmek ucuz bir gösteri. Hamdolsun zaman zaman düşünmeye fırsat bulacak kadar para kazanıyorum. Ve fakat hayatımın tamamen sanatla, düşünsel uğraşlarla göçüp gitmesini tercih ederdim. Bunu gerçekleştiremediğim için de çok mutsuz bir insanım. Sanırım biraz da sarhoşum. Affolla.

Etna'yı taşımak

Bilgiyle kirlenmiş bir zihin kendine acımanın yollarını kapattıkça insanın gerçek trajedisi başlıyor. Zaman duruyor, hayat derin bir sessizliğe gömülüyor. Ne acı ne de huzur var kollarında teselli bulabileceğiniz. Öteki'nin bu kimsesizlik hissine çare olamayacağını, diğeriyle girişilen her temasın bu hissi daha da artıracağını biliyorsunuz. İnsan yalnızlıkla savaşmayı bıraktığında hem ölüdür artık hem de gerçek anlamda yaşamaya başlamıştır. Soğuk, ağır, sessiz, kıpırtısızdır günler. Kendi ölümlülüğü ile yüzleşme zamanı gelmiştir, özgürlüğüne ancak böyle kavuşacağını bilir. Hayatımın tam ortasındayken şimdi içimdeki ölüyle göz göze geliyorum sık sık, bir yandan ona alıştığımı hissediyorum, ama çokça zaman panikleyip gençliğime kaçıyorum; eski zaferlerimden, geçmiş mağlubiyetlerimden elimde kalan kartları oyuna sokmaya çalışıyorum son bir gayretle, tam bir çaresizlikle. Kendi kendimin şakacı hayaleti gibiyim.
Perde açılmadı henüz. Bugüne kadar yaptıklarımı, yapmaya çalıştıklarımı, bunca yıldır neyi aradığımı bilmiyorum hala. Aslı Erdoğan'ın dediği gibi, cangıla kendimizi aramak için girersek onu buluyoruz. Ama çıkabilmek için, bulduğumuz kendimizi geride bırakmamız gerekiyor. Kaç tane ben bıraktım geride, önümde kaç ben daha var bulup yitireceğim? Kendimi kaç kez öldürmem ve yeniden diriltmem gerekecek? Yorgun hissediyorum. Hayatımın en önemli kavşağında, olgunluğa açılan kapının karşısında tedirginlikle bekliyorum. Bir daha gelmeyecek ilkbaharın yasını tutarken yazı kaçırmanın telaşıdır şimdi bu dizleri titreten.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Ahlaklı yazı

Eskisi kadar idealist olmadığımdan ya da olamadığımdan mı bilmiyorum, hayat benim için epey kolaylaşırken, içimde eskiden sahip olduğum saf ahlakı da duyumsayamıyorum. Başkalarının başına gelen kötülüklere müdahil olamadığımı farkediyorum ya da olmuyorum, kendimi sadece çıkarlarım söz konusu olduğunda koruyorum, doğru olanın bu olduğunu hissettiğim için değil. Ahlakın kaynağının duygular olduğuna inanan birinden, son derece akılcı, pragmatik temelli bir ahlak anlayışına doğru evrilmiş tutumum yıllar içinde. Bunun tam olarak ne zaman başladığını hatırlamıyorum ama şöyle bir düşününce sanırım iki ana kırılma noktası buluyorum.
Çocuklukta, sanki bir hastalık ya da evrak karışıklığı yüzünden benden başka herkesin katıldığı özel kampta eğitime tabi tutulmuşlar, hakkaniyet duygularından arındırılarak bencilliğin el kitabıyla beyinleri yıkanmıştı. Sahte merhamet soslu, kaypak, güçten ve güçlüden yana, sözde akılcı aslında akıllı insanda bünye zehirleyecek cinsten ucube bir ahlak anlayışına kavuşturulmuşlardı. İşin pis tarafı bizim evde de herkes aynı tezgahtan geçmişti. İlk kez on iki yaşında iken şu tür cümleler kurmaya başlamıştım: İnsanlık bu mudur? Hepimiz öleceğiz çok yakında, değer mi şimdi bu yaptıklarınıza? Bu kadar değersiz şeyleri bu kadar önemseyerek nasıl olur da bir insanı kırarsınız? Küçük Emrah gibi bir şey olmuştum, boynum sık sık bükülür, gözlerim hep dolu dolu gezerdim. Fakat bu arada bizim kızlarla kurduğumuz dans grubuna uydurduğum figürleri zorla öğretmeye çalışırken, kız kardeşimin bir türlü istediğim hareketleri yapamamasının nedeninin pasif agresif direniş olduğunu anlayacak kadar kendimde olamadığımdan, çocukcağızı defalarca "gerizekalı" diyerek aşağılayabiliyordum. İnsanların bana ve diğerlerine zarar verebildiği kadar benim de diğerlerine aynı şeyi yaptığımı farketmem sanırım çocukluk nevrozumu başlatan şey olmuştu. İnsanlardan beklediğim iyilikseverliğe ben sahip değildim.
Zaman içinde insanlara hak ettiklerine kanaat getirdiğimde zarar verebileceğime karar vermiştim. Göze göz dişe diş dönemiydi bu. Böylece aslında bana zarar vermeye devam etmelerinin de bir şekilde önünü açmış oluyordum farkında olmadan. Ama en kötüsü birinin kötülüğü ne zaman hakedip etmediğine karar vermek gibi Tanrısal bir kudrete sahip olmaya çalışıyordum. Böylece gençlik nevrozum başlamış oldu. Çoğu zaman pişmanlıkla sonuçlanan çıkışlar, hep yanlış zamanda gelen tepkiler, şiddeti ayarlanamayan güç gösterileri bir yana, diğerlerini anlamaya çalışarak geçen zamanda yenen bin tane kazık, akabinde kendine acıma seansları, güçlükle ayakta tutulmaya çalışılan özsaygı, yorgun düşen özgüven...
Sanırım sonunda Tanrı rolünü bırakmaya karar verdim bir şekilde. Kendimden de diğerlerinden de beklentilerimi azalttım. İnsanları hikayeleri ve durumsal koşulları içinde değerlendirerek daha bağışlayıcı biri haline geldim. Zamanla bağışlamanın bağışlamamayı da kapsadığını, ama birini bağışlamış olup olmadığının o kişiyi ilgilendirmeyeceğini anladım. Buna da seyrelme, azalma, yalnızlaşma fakat diğer yandan bir nebze de olsa huzura kavuşma dönemi diyelim. Küçülerek büyüme zamanı geldi benim için.
Bir adam, bir diğerine küfürler savurup canı çektikçe tokatlarken, bunca aşağılanan adamın 'abicim benim' diye diğerinin yanaklarını öptüğünü izlerken mesela geçenlerde, iğrenme, acıma, öfke, nefret duydum her ikisine de. Ama sadece izledim. Belki beni hiç alakadar etmeyen bir olaya burnumu sokarak başımı belaya sokmak istemeyecek kadar faydacı biri haline gelmemin de bunda rolü vardır ama en çok da Tanrı olmadığımı bildiğimden, hiçbir şey bilmediğimi bildiğimden diyelim. Ayrıca izlemek yaşamaktan daha öğreticiymiş.

24 Ocak 2010 Pazar

Ben bir başkasıdır, cehennem başkaları

Kendimizi hiç görmediğimizi ve asla göremeyeceğimizi düşünmek korkunç. Aslında nasıl göründüğümü bilmek istiyorum, bu aynanın gizlediği bilgiyi elde etmenin
bir yolu olmaması çıldırtıcı geliyor. Sadece gözlerimin içine baktığım anda nasıl göründüğümü biliyorum, ama sadece aynanın karşısında gözlerime bakıyorum. Diğer bütün hallerim insanlar tarafından ele geçirilmiş, benden çalınmış. Kendimizi görmek istediğimizde bir poza bakıyoruz hepimiz. Görmek istediğimiz insana en yakın halimizi takınıyoruz her seferinde. Diyelim ki bir lokantada yemek yiyorum ve kafamı kaldırdığımda karşımda biri olduğunu fark ediyorum ve aniden baktığım şeyin daha önce orada olduğunu görmediğim aynadaki aksim olduğunu anlayınca
garip bir tedirginlikle irkiliyorum. Kendimi gerçeğe en yakın halimle görmüş olmanın tiksintisini duyumsuyorum. Bir pozdan öte bir şey olduğumu görmek sinirlerimi bozuyor, iştahım kaçıyor. Başımı yeniden kaldırdığımda biliyorum ki bu kez aynada "kendimi" göremeyeceğim.

İnsanlardan en çok bu yüzden kaçıyoruz. Narsisizm çağında kimsenin gerçek imgemizi ele geçirmesini istemiyoruz. Konuşmaya kendimizi fazla kaptırdığımız anlarda sesimizin fazla yüksek çıktığını, heyecanlandığımız zaman ellerimizin titrediğini, annemizle bir saatten fazla kavga etmeden bir arada bulunamadığımızı, işte sorun yaşadığımızda ağladığımızı, öfkelendiğimizde ağzımızı çok fena bozduğumuzu, genelde yataktan barut fıçısı gibi
kalktığımızı ve neredeyse kapılarla kavga edecek kadar sinirli olduğumuzu, kriz anlarında paniğe kapıldığımızı, çare bulana kadar deli dumrul gibi gibi dolandığımızı, yabancılardan oluşan topluluklar içinde çekingenliğimizi saklayamadığımızı, pazarlık yapamayacak kadar utangaç
olduğumuzu ya da pazarlık yapmadan manavdan elma bile alamadığımızı bir başkası bilsin istemiyoruz.

İşte bu yüzden bir zamanlar hasbelkader hayatımıza girmiş insanların gidişi sevilenin yitirilmesinden öte bir acıyı daha getirir. Artık bizi olduğumuz insan olarak onaylayan biri yoktur ve biz biliriz ki böyle bir insanı yeniden bulmak kolay olmayacaktır. Belki de bir daha asla kimse bizi sevmeyecektir bütün o korkunç kusurlarımızla. Yüzlerce kez bizi sarhoş gören ve bütün o sarhoş zırvalıklarına katlanan insan yoktur artık hayatımızda; şimdi ilk sarhoş
olduğumuzda terk edileceğizdir. Yeni insanlar terazileri ile çıkagelecektir evlerimize ve istikrarlı bir şekilde aynı rolü oynamamızı bekleyeceklerdir. Bizden olamadıkları şeyi isteyeceklerdir, ihtiyaç duydukları tek şeyi: kusursuz olmamızı ya da en azından kusurlarımızı sempatik bir sunumla servis edebilecek yeteneği. Bir romantik komedi türü artık ilişkiler. Seçebileceğimiz birkaç karakter var sadece.
Aynadaki aksimiz kadar yabancıyız birbirimize.