18 Ekim 2009 Pazar

Tanrı'ya söyle seni bağışlasın

İnsanı çıldırtan da, var olanı bozmaya, yeniden yaratmaya iten de hayatın insanla adeta alay eder gibi hiçbir şeye aldırış etmeksizin devam eden, kendi halinde ve değişmez döngüsü değil midir? İnsan Tanrı'yı kendi suretinden yarattı, dünyaya kendi elleriyle şekil vermeye mazereti olsun diye. İnsan Tanrısını da kendi gibi yalnız kıldı, acısını anlasın diye. Onun içindir ki insanı en çok yaralayan durumlar mevcut olanı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini anladığı anlarla, yalnızlığının çaresi olmadığını kabul ettiği anlardır.

Değiştiremiyoruz işte bazı şeyleri, boyun eğiyoruz. Geçmişi değiştiremiyoruz mesela, aynı geçmişle farklı bir gelecek de yaratamıyoruz. Şimdiyi seçme hakkı olan varlıklar değiliz; seçmek geçmiş zaman kipli bir eylemdir. Ve o eylemi gerçekleştiren de biz değilizdir aslında.

İnanmayın hayatlarına kendi elleriyle şekil verdiklerini övüne övüne anlatanlara. Ya onlar adına verilen kararlara uymuşlardır ya da geçmişte yaptıkları seçimler kendi kontrolleri dışında onları şimdilerinden memnun o adam/kadın yapmıştır. İstediğim gibi neticelenen her durumu ben yaratmışımdır, başarısızlığa uğrayan her durum ise "olmuştur". Tanrı bu yüzden en büyük icadımdır.

Günah nedir biliyor musunuz? Günah şanssızlıktır. Günah mutsuzluklarının mazeretidir. Sana elinde dünyayı ve dünyanı değiştirebiecek kudrete ve enstrümanlara sahip olduğunu söyleyenler en büyük dindarlardır. Onlar şansın kötü gittiğinde sana yasak meyveyi yediğini söyleyeceklerdir ve seni öyle içten inandırmışlardır ki tüm bunlara, tabuya dokunduğu için hiçbir fiziksel nedeni olmaksızın aniden hastalanıp ölen ilkel insandan aslında pek farkın yoktur.

Yeni bir geçmiş olanaksız olduğu gibi geçmişsiz bir gelecek söz konusu değil madem, o halde kaderini sevmeli insan. Bilirsin ki Tanrını yarattığın çamura bağışlama erdemini boşuna katmadın.

11 Ekim 2009 Pazar

Yalnızın ölüm provaları

Boğuluyorum sanırım. Dört duvar mezar benzetmesini yapabilirim kendimi tutmasam. Gidip holün ışığını yakıyorum. Arşivimdeki en kasvetli şarkıyı açıyorum. Korkmuyorum, acıyorum.

Yalnız değilsin diyorum sonra kendime, en azından yalnızlıkta. Şu binlerce ışıktan hangisi, bir başka yalnızın karanlığını görünür kılmakta? İki yalnızlıktan ne zaman bir aşk doğmakta? Bir aşk ne zaman iki ayrı yalnızlığa kırılmakta?
Çok zaman geçmedi o günlerin üzerinden, hatırlamak henüz zor deği. Ayrı ayrı koltuklarda, televizyonun karşısında hiçbir şey izlemeden sessizliği bölüştüğümüz anları. Sonra yetmez olmuştu, kimseyle paylaşmak zorunda olmadığımız sessizliklerimiz olsun istemiştik. Böylesi daha katlanılır olacaktı. Oldu da. Birbirimizin acısını seyretmek zorunda değiliz artık.
Ağır ama işte zaman hala. Eriyip yayılıyor sanki odanın her yerine. An, bir oda kılığına bürünüp boğazımı sıkmakta. İnsan öldüğü zaman ne olur hakikaten, ne olur?

Kendini yıkan

Duvarlarını önce yıkan işgal edilir. Öyle kolay bir teslimiyettir ki seninki, zafer hissini bile yaşayamaz rakibin. Benim kalelerim öfkemin şiddetiyle yıkıldı hep. Ve öfke yerini acıya bıraktığında çok geçti artık.
Kılıç sesleri kesildiğinde ve artık güvende olduğumu hissettiğimde yavaş yavaş kalkarım ayağa, şöyle bir bakarım harap olmuş sarayımın haline. Komutanlarımı, büyücülerimi, rahiplerimi ve hatta soytarılarımı çağırırım huzuruma. Yüzümün yenilmiş çizgilerini mağrur bir kaş kaldırmayla silebileceğimi sanarak, 'neden derim, neden yine kaybettik?' Susarlar. Gürlemeye başlarım bu defa. 'Beceriksizler, beş para etmezler! Boşuna besledim sizi, boşuna bunca emek, boşuna bu kadar çalışmak... Yıkılın karşımdan!'
Sonra yorgun ve titreyen bacaklarımla tuğlaları toplamaya başlarım. Tek tek dizmeye koyulurum. Diğerleri beni izlerken uzaktan, aslında bilirler her zamanki gibi hile yaptığımı: harcın suyunu fazla katmışımdır yine.

Koleksiyoncu

Başlamadan biten aşklar koleksiyoncusu oldum. Bir ara fotoğrafları birikmişti karta basılı ya da belgelerim kloserlerinde dijital halde. Saklıyordum. İnsanlar gezdikleri ülkelerin, şehirlerin fotoğraflarını saklarken benim onları saklamış olmam hiç de anlaşılmaz değildi. Fotoğraflar o adamları neden istediğimi söylemiyordu, ama neden bittiğini açık edenler vardı aralarında. Şu poza bak diyordum, nasıl da gizlemeye çalışmış güvensizliğini sahte bir meydan okumanın ardına. Şuna bak, nasıl da mağrur duruyor, yanına yaklaşılmaz, izinsiz girilmez. Şu kendinden emin güzelliğe bak ya da şu ürkek gözlerdeki yabaniliğe. Canımı yakıp da gidenler, canımı sıkıp da gidenler, öylece gidenler, sır gibi gidenler, hakaret edip gidenler... bir şekilde gidiyorlardı işte. Ve sonra bir başkası bir şekilde buluyordu yerimi. Sormazdım nereden geldiklerini, ne istediklerini, ne zaman gideceklerini. Yalnız bir kadının evine gelmiş misafirlerdi onlar. İyi ki geliyordu bazen birileri, tam da yalnızlıktan çıldırmak üzereyken.
İki tür kadın vardır: yalnızlığın bir sonu olduğuna inandıkları için ev sahibi olacak bir erkeği bekleyenler, yalnızlığına kimsenin çare olamayacağını bildikleri için misafirlerle yetinenler. Ve alışılmış bir şeydir artık çarşafların yıkanması, odanın havalandırılması gibi, yüreğin avutulması. Kırgınlıklar, öfkeler, yarım kalmış hevesler, pişmanlıklar, özlemler, küçük düşürülmeler ve küçük düşürmeler, yorgunluklar, hatta aşağılanmalar. Hepsi bilindiktir, hepsi tanıdık. Tek bir adamla yaşamazsın da bunları, hep başka biriyle başka yoğunlukta yaşarsın. Sonuçta senin tercihindir bu. Sonuçta özgür anların vardır, olman gerektiği gibi yalnız olabildiğin. Sonuçta, belki sahte ve küçük ama tatlı heyecanların vardır. Sonuçta acıların tamamen sana aittir. Kendi deliğinde ve kendi deliliğinde hürsündür. Can sıkıntısını paylaşmak gibi iki kişilik bir deliliğe yeğlersin tüm bunları. Hala da yeğliyorum. Şimdi sana aşıkken mesela ve sen bırakıp gitmişken beni, bu tatlı acıyı büyütüyorum içimde. Az sonra çift kişilik yatağıma tek başıma uzanacağım ve "İyi ki yanımda değilsin aslında biliyor musun sevgilim. Bu yatakların diğer ucu çok dayanıksız, içimdeki şu sızının ömrü kadar" diyeceğim.

Hayatın anlamı

Çıldırmamak için yarattığım tüm mazeretleri tükettim, artık kaçış kalmadı. Önce sahip olduğum ne varsa terk ettim. Sırayla ve istisnasız. Çıplak kalırsam daha güzel elbiselerim olur sandım. Aklımı temizlersem daha güzel anılarım olacağını sandığım gibi. Geçmişi gelecekle temize çekebileceğime inanmıştım. Kulağa çocukça geliyor, değil mi? Açıkçası bir çaresizliğin dışavurumuydu bütün bu çılgınca çaba.
Hayatın intikamcı doğasını hesaba katmamışım. Yeni diye bir şey olmadığını, yeni sandığımız her insanın, her şehrin, her uğraşının, kendi tarihimizden bağımsız bir işlevi olmadığını görebiliyorum şimdi. Kirpi İkilemi, 7 yaşına dönüyor bir hipnoz seansıyla. Ne görüyorsun diye soran buyurgan sese iniltiyle karşılık veriyor: çok yalnızım.
İleriye sandığımız her yolculuk bizi karanlık geçmişimize bir adım daha yaklaştırıyor. Ana rahmine dönmeden önceki son yıllarım bunlar. Geride bir iz bırakmayacağım. Belki sonsuza kadar uzayda dolanıp duracak sesim ve geri dönüşümü sağlanamayan tüketim artıklarım. İnsan kaç adet pet şişe tükettiğini saymalı belki de, eğer niceliksel ifadelere ihtiyacı olabileceğini düşünüyorsa bir gün. Şu an benim var mesela.

Hayalsizler

İsimler, başımıza olmadık belaları açan onlardan başkası değil. Bir korkuya aşk, bir alışkanlığa dostluk adını koyabiliyoruz ve öyle olmadıklarını anladığımızda hayatı olumsuzlamak için mazeretlerimiz oluyor. Yine de tüm bu yıkıcı çabanın temelindeki güdüyü açıklamayı başarmaktan çok uzağız. Varlığı olumlanmayan çocuklar olduğumuzu söylüyorlar, yeterince sevilmediğimizi, hatta sevilmek bir yana sevgi nesnelerimizce istismar edildiğimizi. Hayattan kötülük beklemekle geçirdiğimizi ömrümüzü ve insanoğlunun bir lanet gibi aradığını daima bulan varlıklar olmasının bizim dışımızda işleyen bir mekanizmanın kavranması zor sonucu olduğunu keşfediyoruz.
Gidişinize anlam vermeye çalışıyorum. Aynaya bakıyorum, etime buduma, gözbebeklerimde suçlulukla, endişeyle, kararsızlıkla bir an yanan bir an kaybolan ışığa, ışıksızlığa. Aklıma bakıyorum aynalarda, peşpeşe sıralanan çalıntı düşüncelere, sırasını şaşıran, bir görünüp bir kaybolan bilgi dedikleri kalabalığa. Şüphenin prangasından kurtulamayan tüm tümevarımlarıma ve öğrenmeyi henüz başaramadığım acıklı derecede cılız tümdengelimlerime. Kalbimi arıyorum olması gereken yerde, hep aklımda bir sızlama buluyorum olmaması gereken yerde.
Tüm bunlar yüzünden gittiniz, biliyorum. Ben gitmedim, çünkü bunlardan fazlasına sahip olmanız gerekememişti benim için. Bundan fazlasını beklemek bir insandan cinayetti.

Ömrümün son günü

Bir insanın ölümüne değil, doğumuna ağlanmalıdır.

Montesquieu.

Yaşlı bir kadınım artık. Yaşlı, güçsüz ve yalnız. Bir huzurevine yerleşecek kadar param olduğu için şanslıyım. Gençliğimde bunu asla gerçekleştiremeyeceğimi ve sokaklarda öleceğimi düşünür, ne yalan söyleyeyim gizli gizli korkardım bu gelecekten. Dile getirilmeyen ve dile gelmedikçe içimde büyüyen bir sürü dehşetli korkumdan biriydi bu da. O zamanlar yaşlılığı hayal etmek bile ölüm isteği uyandırırdı tüm hücrelerimde. İnsan yaşlanmadan ölmeli diye geçirirdim sık sık içimden. Bazılarının kolaylıkla kabullendiği o yolculuk fikri bende sadece titremeye neden oluyordu.

En iyi ölüm bir kaza kurşununa denk gelmekti, şansım yaver gitmedi ve işte şimdi bu pencerenin önünde oturmuş hiçbir anlamı olmayan bir hayatın son gününü bekliyorum. Ölmek için, delirmek için, yitip gitmek için her şeyi yapmıştım ve gücünü bu pervasızlıktan alan vahşi bir yaşama dürtüsüyle de çok şey denemiştim. Huzur, düzen, ahenk olmadı hiçbir zaman aradığım. Bunlara çok ihtiyaç duyduğum zamanlarda, tek erişebildiğim can sıkıntısıydı ve bir süre sonra bu kelimeleri zihnimden silmiştim.
Kaçmak bir alışkanlık haline gelmişti. Hiçbir kaçışıma 'gitmek' adını verecek kadar ikiyüzlü olmadım. Düzene tahammülsüzdüm ve hiçbir kurgunun uzun süre parçası olamıyordum. Birbirinden hiçbir farkı olmayan, adeta anlamını birbirini taklit etmekte bulan, neredeyse sonsuza kadar sürecek şekilde planlanmış bütün o günler, ölüm korkumu tetikliyordu. Durmak ölmek demekti. Kaçmanın vakti geldiğinde kimseye hoşça kal demeden tüyerdim, ardımda tek bir iz bırakmadan.

Zor bir yaşamdı benimki. Bir sürü yeni insan, bir sürü yeni mekan, bir sürü yeni alışkanlık, yeni korkular, yeni acılar ve taze sevinçler ile yürüdüm yolumu. Gücü de güçsüzlüğü de tattım. Güç karşısında başdönmeleri yaşadım, gücümü kötüye de kullandım ama güçsüz kaldığımda onların beni yere sermesine içerledim yine de, itilip kakıldığımda ağladım çoğu kere.
İnsan kendini evrenin merkezi sanıyordu ve işin kötüsü bunun aksini ispat edecek hiçbir sağlam fikir oluşturulamamıştı.

Bir kız çocuğu doğurmayı düşündüm ve bunun ardında ilerleme fikrini görüp vazgeçtim. Modern insan doğası gereği üremiyordu, kendi yarım kalmışlığını tamamlaması için klonluyordu kendini sadece. Bense biliyordum insanın yarım bir varlık olduğunu, bunun insanın kaderi olduğunu. Kızıma ne sorabilirdim ki hayatla ilgili, o bana bunun yanıtını verebilsin. Bir başka insanın acısının sebebi olmaktan başka ne işe yarardı ona can vermek. Tanrıcılık oynamaktı bu ve sadece aptallar buna kalkışırdı.
Kendimle ilgili barışık olduğum tek şey yalnızlığımdır herhalde. Şu pencerenin önünde oturup rüzgarın salladığı ağaçları izlerken, karşımda benim kadar yorgun, benim gibi acıyla ölümü bekleyen, benim gibi çaresiz bir adam oturmadığı için, dışarıda hayatın ezici ağırlığı altında debelenen bir kadın bırakmadığım için mutluyum. Pişman olduğum tek şeyse yaşamanın hakkını verememiş olmamdır. Denedim, denedim, denedim ama başaramadım. Tıpkı hiçbirinizin başaramadığı ve başaramayacağı gibi. Daha anlamlı ya da anlamsız olamaz ki, bir eskiz bu sadece.

En çok kaderimi sevdim

Valizim karmakarışık, belli ki öfkeyle hazırlanmış ve sarhoş bir kadın tarafından taşınmış buralara kadar. Ben sadece bir valize sığdırılabilecek kadar sadeleşsin istemiştim hayatım, 'insan bir valizde taşıyamıyorsa onları sahip olduğunu sandıklarından hiçbirine sahip değildir aslında' demiştim. Peki ama ona neden böyle hoyrat davranıyorum? Daha nelerden vazgeçmem gerekiyor, daha ne kadar kaybolmam gerekiyor bulmak için kendime ait olanı?

Bazen bizi harekete geçirecek tek güç öfkedir. Valizime tekmeler savurarak dolanıyorum işte ben aranızda. Birini sahip olmadıkları için sevebilir misiniz, onunla sahip olmadıklarınızı paylaşabilir misiniz? Cevap bile veremiyorsunuz değil mi bayım, o halde siktir olup gidin karşımdan! Asla aşağılanmayacaksınız, asla düşmeyeceksiniz, asla utandırılmayacaksınız, asla kaybetmeyecekseniz: sizi tutunmakla lanetlediler çünkü.

Bakın hanımlar beyler, bu hayatta gücü reddetmenin bedeli güçsüzlüktür; yakılacak kitapları yutmamak gerekir. Tek bir seçim hakkınız var: hayır diyecekseniz cehennemi seçtiğinizi bilin. Özgürlüğün karşılığı yoktur, onu alamazsınız, o olursunuz sadece. O yüzden bırakın şimdi ağlaşıp durmayı da sevişin mesela, seksten daha pratik bir yolu yok bu yanılsamayla boğulmanın.

Kendime ait bir oda, ben şimdi oraya gidiyorum. Elveda demeye de gelmiş olabilirim buraya, kalabilirim de odamda bir süre. Bilmiyorum ve lütfen bana bunun öngörülebilir bir durum olduğunu söyleyip beni sorumlu kılmaya kalkmayın başıma geleceklerden. Olduğumuz kişiler değiliz, olmamıza izin verilen kişileriz. Olmamakla yıkanıyorum şimdi, bu rüyanın her an yıkılabileceğini biliyorum ve biliyorum ki korkunun gölgesi yoksa üzerinde hiçbir mutluluk sahici değildir.