21 Kasım 2009 Cumartesi

Anlatıcı (2)

Makyajını temizliyor özensizce, maskesini çıkarmış gibi rahatlıyor birden. Siyaha ve kırmızıya boyanmış mendille, masasındaki külleri de hallediveriyor. Telefon titreşiyor mesajla, irkiliyor. Kendisine aşık olduğunu söyleyen ve sadece bu yüzden nefret ettiği bir adamdan gelmiş; sitem ediyor yine saçmasapan bir şeylere. Aşkın, karşılıksız olduğu durumlarda neredeyse tacize dönüştüğüne karar veriyor. Romantik ilgiden hoşlanan kadınlardan değil o, aşık olmadığı erkeklerin ilgisiyle beslenmek bir yana tiksiniyor adeta bu tür yakınlaşmalardan. Aşık olmadıkları adamları çevrelerinde tutmak için her türlü kadınlık numarasını seferber eden hemcinslerinden de bir o kadar iğreniyor. Ve elbette bu kaltakların elinde oyuncak olmuş adamlara da sövüyor her karşısına çıktıklarında. Vampirler yaşamak için birilerinin kanını emerler, bu insan müsvetteleri eğlenmek için yapıyor aynı şeyi.

Kayıtsızlık maskesini çıkarınca yüzüne yorgun bir acının ağırlığı çöküyor. Neyse ki odasında ayna yok; odasında bir yatak, bir dolap ve bilgisayar masasından başka şey yok zaten. Etrafa saçılmış, valizlere tıkılmış kıyafetlerinden, masanın altına dizilmiş ayakkabılarından başka kişisel eşyası da yok uzun zamandır. Birkaç yıl önce sahip olduğu her şeyi bırakıp bir valizle yollara düştüğünden beri yeni bir şeye sahip olmadı. Buna erkekler de dahil. Yıllardır kimseyi sevmedi, kendisini sevmeyen bir-iki adama aşık oldu, kendisini seven bir-iki adamın canına ot tıkadı, hepsi bu. Sevişmeyi bile bıraktı sonunda, zaten genelde tek bir kare hatırlayamayacak kadar sarhoş oluyordu. Belleğine hiç çıkmayan rüyalar gibiyse şayet sevişmek, gerek de yoktu onca ön hazırlığa, medeniyet gösterilerine. En korkuncu da aşık olma ihtimalini göze almaya.

Pişman mıydı? Kendini kirlenmiş hissettiğine göre öyle olmalıydı, ama oynamazsan kirlenmezsin, yaşamazsan üzülmezsin, canın yanmazsa bilemezsin. Kuralları basittir hayatın. Aşık olmazsan herkes gibi olursun: ot. Eninde sonunda zaten hepimizin olacağı şey, belki de kök salmaya başlamıştır o da, henüz bilmiyor. Ondandır belki de platonik aşklarından avaz avaz hikayeler çıkarmaları, ondandır varlığı bile tartışmalı adamlara karakter yazmaları, ondandır beceremeyen adamlardan seks tanrısı yaratmaları. Gülümsüyor, içindeki veledi yaramazlık yaparken yakalamış müşfik bir anne gibi. Hala az da olsa vakit varken oyna çocuğum, diyor. Sadece çocuklar aşık olabilir, çünkü sadece onlar merak ederler ve aşk bilmek isteğinden başka bir şey değildir. Yine de keşke öğrendiklerimiz her seferinde bu kadar çirkin olmasaydı.

-Fena değildi, bir birayı hakettin.
-Ya birayı siktir et de, bir dahaki sefere daha az karışacağına söz ver. Ellerin boğazımdayken yazmak inan kolay olmuyor.
-Sen bilirsin, acayip içesim vardı zaten.

Anlatıcı (1)

Deli gibi öksürüyordu kadın, ciğerlerinden çıkan ses kulaklarını yırtıyordu. Bir zamanlar ince hastalıktan ölüyordu kadınlar, şimdi kimsenin ölmesine izin vermiyorlar, diye düşündü.
Doktora gitmiyordu, ilaç almayı kabul etmiyordu, şarapla uyuşturuyordu ciğerlerini de, yüreğini de.

-Yürek mi dedin? Ah anlatıcılara da güvenemeyeceksek hikayemizi kime teslim edeceğiz?
-Kendin anlat o zaman! Madem müdahale edeceksin her cümlede beni neden çağırdın?
-Nesnelliğe ihtiyacım olduğu için. Kendimle arama koymam gereken mesafe olacaktın sen, ama yeterince odaklanmıyorsun bence karakterine.
-Kalpsiz olduğunu mu söylüyorsun yani? O zaman çektiği acıyı neyle açıklayacağız?
-Acı çektiğini nereden çıkarıyorsun? Çağımız insanı acı çekemez, acının gösterisini yapar sadece. İşin acıklı yanı, içten içe çok iyi bilmemize rağmen bunu, sadece kendimizinkine değil diğerlerinin acısına da inanıyormuş gibi davranmamız. Hikayenin devamında çok kritik bir görevi olacak bu bilginin, daha dikkatli olmalısın.
-Devam edebilir miyim artık, sanırım nasıl devam edeceğimi biliyorum şimdi.
-Şaşırt beni!

Gizli bir haz almasaydı ağrıyan ciğerlerinden belki günde beş kere ilaç almasını, çorba içmesini söyleyen arkadaşlarının sözünü dinlerdi. Ruhu ölmüştü ve bedensel acıyı hayatta olduğunun tek kanıtı gibi duyumsuyordu. Bir kez daha yenilmişken aşkta, yüreğinin olması gereken yerde kocaman bir boşluk duruyordu ve ciğerlerindeki yangınla varlığını görünür kılabiliyordu. "Hastayım" diyordu rastladığı insanlara, patronunu arayıp, "hastayım, gelemeyeceğim" diyordu. "Hasta biri bir şey yapmak zorunda değil" diyordu kendine; böylece asıl yapmak istediğini yapıyordu; hiçbir şey. Asla yapmamıza izin verilmeyen tek şey.

-Uzattın mı biraz bu muhabbeti ne dersin? Felsefe yapmayı bırak, izin ver de hikayeye yer kalsın.
-Bilmem, yazmaya başlamadan önce seni fazla okuduğum için etkilendim sanırım tarzından.
-Sorma, ben de. Ne zamandır kendimi taklit etmeye başladığım için seni çağırdım zaten ama bakıyorum sen de pek özgün bir dil tutturamayacaksın.
-Deniyorum, tamam mı?
-Pekala, heyecanla muvaffakiyetini bekliyoruz.

Hayatındaki her büyük yüzleşme anında oluğu gibi, geri çekilmek ve uzun uzun içine bakmak istiyordu. Kendiyle kalması lazımdı, bu anı kaçırırsa irtibatı kaybedeceğinden korkuyordu. Bir zamanlar, yani henüz genç bir kızken, onu dehşetle korkutan ve kendisini unutana kadar insanlara kaçmasına neden olan durumlar artık ters yönde bir kaçışa neden oluyordu. "Bende beni korkutacak bir şey kalmadı" yazmıştı geçenlerde, gerçekten de içindeki en küçük kımıltıyı bile kaçırmamaya çalışıyordu, ufacık bir tıkırtıya bile kulak kesiliyordu.

-Ruhunu öldürdüğün bir karakterin içinde aradığı ne ola ki?
-Komadan çıkabileceğine dair bir kanıt olabilir mi?
-Şöyle diyelim, insanın iki paralel yolu ve yolculuğu vardır hayatta. Biri dışında, biri içinde. Biri ölçülebilir 'zaman' ile alakalı, diğeri dışsal gerçeklikten tamamen koptuğumuz 'an' ile. Şimdi o anlardan birinin kıyısında kadın. Dondurmak istiyor zamanı. Acı dışarıda, çünkü acı kurgusal zamanla ilgilidir. Ya geçmiştedir ya da gelecektedir sebebi. Bu kadının arası iyi değil zamanla. Geçmişi büyük oranda kaybetmiş ve gelecekten beklentisi kalmamış.
-İşte bu yüzden çağımız insanı acı çekmiyor! Ancak bu bir yandan da başarı gibi geliyor kulağa. Üstelik ilerleme fikriyle de çelişiyor gibi.
-İlerleme sadece form olarak devam ediyor. İnsanların içinde bir yansıması yok uzun zamandır. İnsanlar ilerlemeye inanmadan ilerliyorlar artık. Kabus da bu zaten. Din bu yüzden hortladı.
-Devrim kalmadı, sizin için bir miktar Tanrımız her zaman vardır gibi.
-Daha da kötü, gerçeklik öldü.
-Felsefe yok demiştin.
-Hikayeye yedirmelisin bunları. Neyse bugünlük bu kadar yeter. Yarın şu yüzleştiği şey neymiş bakalım. Aşka çıktığı her yolun insanın kendisine varması beni her zaman şaşırtmıştır. Hala alışamadım.
-Çay koyuyorum, içersin değil mi?
-Hayır, kaç kere söyleyeceğim, sıcak bir şey iç-me-ye-ce-ğim! Şarabı uzatsana bana.

Anne, sen düşmenin tadını hiç bilmeyeceksin

Ben bu gece bir kadın gördüm. Gerçekliğinden emin değilim, rüya gibiydi daha çok. Yine de anlatmak istiyorum, belki bu rüyanın yorumlanmaya ihtiyacı vardır.
Geçmişimi ve geleceğimi gördüm onda. Bir pavyona girdi, altında siyah eşofmanı ve siyah spor papuçları, siyah montu ve boynuna astığı, sıkı sıkı sarıldığı çantasıyla. Onu eşofmanından tanıdım önce, sonra taranmamış, bir tokayla rast gele tutturulmuş sarı uzun saçlarından. Sarhoştu, fazlasıyla. Rakı istedi, bir de mikrofonu sahnedeki lavuktan. Sonra çok eski bir şarkıyı emretti ve bana baktı. Elimi tuttu. Gözlerimin ta içine girdi yanık bakışları. "Çok güzelsin" dedi, "senin ne işin var burada?" Bilmiyordum cevabını, her akşam makyaj yapmak için aynanın karşısına geçtiğimde aynı soruyu soruyordum kendime ve ayna lal olmuştu ne zamandır. Elimi tuttu. Elleri sıcacıktı, ellerim donuyordu. Mutluluk bu olmalıydı. Gözlerimi 50'li yaşların o korkunç güzelliğinden alamıyordum ve sarhoş dudaklarından, deli gözlerinden.
Annem geldi aklıma. Onun orta sınıf ahlakıyla körelmiş vicdanı, onun acımayı ve karşılıksız sevmeyi unutmuş, korunaklı hayatının dışındaki dünyaya kör ve düşman bakışları geldi aklıma. Keşke bu ayyaş ve berbat sesiyle mikrofona tecavüz eden kadın benim annem olsaydı diye geçirdim içimden. Keşke, sadece kafam bir dünyayken aradığım, sevdiğimi, özlediğimi söylediğim annem, "Beni sarhoşken arama bir daha" demek yerine, bana bir "Benzemez Kimse Sana" patlatıverseydi telefon ahizesini mikrofon farzedip. Artık çok geç. Pek sık sarhoş olmuyorum, olduğumda da pek duygulandığım söylenemez. Annemi özlemiyorum artık. Sanırım artık onu sevmiyorum bile.
Saçlarına dokunmak istedim ve her şeyden çok bir kadının şefkatine ihtiyacım olduğunu hissettim. Yeterince büyüdüysen eğer erkeklerin verebileceği bir şey olmadığını anlarsın sevginin.
Sonra düştü, bildiğiniz sarhoş bir kadın gibi yere düştü. İçimden bir şeyler düştü. Kırıldım, yaralandım, sarsıldı sanki tüm dünya onun düşüşüyle. Düştüğün yerde kal güzel kadın, yanına geleceğim.

Yaşıyorum, kendimi bildim bileli

"Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! "

Gözlerinin içine bakıyorum kahpe şehir. Bir yaz gecesinde beni nasıl çektiysen kadife kollarına, bir kış sabahı kolumdan tutup hoyratça atacaksın surlarından karanlık sularına. Biliyorsun korkmuyorum; kimi yaşamaya gelir, kimi ölmeye.
Mezarlıklarında dolanıyorum yerini şaşırmış kayıp bir ruh gibi. Beşir Fuad haklıymış, haklı, hak, bu evet hak.

"kırık cam paslı bıçak denendi bileğimde
alkole batmış kanım süzüldü usul usul
dönüp baktım aynaya gözlerimde bir şenlik
benden cazip olamaz şimdi hiçbir istanbul"

Görkemli bir kaybediş seninki, kanla yazılan, sıradan ölümlülerin kanını donduran. Ameliyatını icra ettiğin yaştayım şimdi. Senin kadar yorgun, senin kadar Allahsız, senin kadar yalnız. O son anda kapım bile çalmayacak. Bir felaket yok başımda, bir aşk yok, bir bela yok. Başımda bir yalnızlık var. Ve kaçtığım insanlık.

"En iyiler
genellikle intihar ederler,
sadece kaçmak için.
Ve geride kalanlar
asla tam olarak anlayamazlar,
neden biri onlardan kaçmak istesin ki! "

Tiksinti, çok yakında, sinsi sinsi ilerliyor, duyuyorum. Yalanlara inanmayı beceremiyorum. İnsanın yazgısıdır kendini sevmek, oysa oturup iki kadeh içmek istemezsin kendinle bir arkadaş gibi kapını çalıp içeri girse. İstemekten vazgeçtiğinde geriye kalan şeydir ölüm.

"Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce."

....
Tevfik Fikret.
Sefa Kaplan.
Charles Bukowski.
Cesare Pavese.

10 Kasım 2009 Salı

The man who wasn't there

Arıza kadınlardan işte o da bildiğiniz. Babası hiç olmamışlar, babası terk eylemişler, babası bir var bir yok olanlar, babası beş para etmezler, babası çok çalışanlar, babası para basanlar, babası pek eve uğramayanlar; tembel babalar, sorumsuz babalar, istismarcı babalar, şiddet seven babalar, vurdumduymaz, çocuk sevmez babalar; zorunluluktan çekip gidenler, hiçbir sebep yokken gidenler, başka kadın için gidenler; fazla kötü olduğu için, fazla iyi olduğu için, sadece öyle olduğu için.... Farketmez, babalar sikimizde falan değil, ama söylemeyin üzülmesinler yine de. Üzülürler çünkü akıllara durgunluk verir bir şekilde bu hiç siklenmeyen, asla çocukları tarafından sevilmemiş adamlar.

Baba toplumsal hayata giriş biletinizdir, öyle de can sıkıcı bir işlevleri vardır. Babasız kızlar şanslıdır. Erkekleri sömürmeyi bilmezler, erkek idare sanatından bihaber, sonsuza kadar çocuk kalma haklarını kullanırlar. Patronlarını kıçlarına takmazlar, öğretmenlerine saygı duymazlar, koca sözü dinlemezler, erkeklerine muamale çekmezler, her türlü otorite figürüne nanik çekerler sadece. Kimse onlara bulaşmak istemez, babaları nasıl siktir olup gittiyse yanlarına yaklaşma hatasına düşmüş herkes kıçlarındaki kazığı çıkarmaya çalışarak uzaklaşır.

Varlığını sevmez onlar adamların, yokluğuna masallar yazarlar. Her arıza kadının bir orada olmayan adamı vardır, acı çektirsin diye kendine. Ve aklı başında herkes bilir ki kimse tadından yenmeyen acılara tenezzül etmez. İtinayla yaratırlar onlar olmayan adamlarını: gözleri yoktur mesela adamların, elleri ahşaptandır, dilleri yılan kuyruğu, tenleri çelik, kalpleri kör kuyu, kanları tuğla tozu. Gerçek adamlar yaşamaktadırlar, bu kadarı fazla gelmektedir arıza kadınımıza.

Sinemaya gitmeyelim, birlikte yemek yersek var olursun, yemeyelim o yüzden; konuşmaya kalkarsan buz kesilirim, ihtiyaçların falan da olmamalı, içmek ve arada bir işemek dışında. Mümkünse yatakta da başarısız ol, sakın olma hatta, sakın becereme, sakın inleme, asla erekte olma. Düşünme, söyleyecek sözün olmasın hiçbir konuda ama sakın çaktırma. O kocaman boşluklar kolay yaratılmıyor, biraz çabala. Sonra lütfen ama lütfen sana nasıl aşık olduğuma bakıp gururundan çatla, orada olmayan adam olmak kolay mı?

18 Ekim 2009 Pazar

Tanrı'ya söyle seni bağışlasın

İnsanı çıldırtan da, var olanı bozmaya, yeniden yaratmaya iten de hayatın insanla adeta alay eder gibi hiçbir şeye aldırış etmeksizin devam eden, kendi halinde ve değişmez döngüsü değil midir? İnsan Tanrı'yı kendi suretinden yarattı, dünyaya kendi elleriyle şekil vermeye mazereti olsun diye. İnsan Tanrısını da kendi gibi yalnız kıldı, acısını anlasın diye. Onun içindir ki insanı en çok yaralayan durumlar mevcut olanı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini anladığı anlarla, yalnızlığının çaresi olmadığını kabul ettiği anlardır.

Değiştiremiyoruz işte bazı şeyleri, boyun eğiyoruz. Geçmişi değiştiremiyoruz mesela, aynı geçmişle farklı bir gelecek de yaratamıyoruz. Şimdiyi seçme hakkı olan varlıklar değiliz; seçmek geçmiş zaman kipli bir eylemdir. Ve o eylemi gerçekleştiren de biz değilizdir aslında.

İnanmayın hayatlarına kendi elleriyle şekil verdiklerini övüne övüne anlatanlara. Ya onlar adına verilen kararlara uymuşlardır ya da geçmişte yaptıkları seçimler kendi kontrolleri dışında onları şimdilerinden memnun o adam/kadın yapmıştır. İstediğim gibi neticelenen her durumu ben yaratmışımdır, başarısızlığa uğrayan her durum ise "olmuştur". Tanrı bu yüzden en büyük icadımdır.

Günah nedir biliyor musunuz? Günah şanssızlıktır. Günah mutsuzluklarının mazeretidir. Sana elinde dünyayı ve dünyanı değiştirebiecek kudrete ve enstrümanlara sahip olduğunu söyleyenler en büyük dindarlardır. Onlar şansın kötü gittiğinde sana yasak meyveyi yediğini söyleyeceklerdir ve seni öyle içten inandırmışlardır ki tüm bunlara, tabuya dokunduğu için hiçbir fiziksel nedeni olmaksızın aniden hastalanıp ölen ilkel insandan aslında pek farkın yoktur.

Yeni bir geçmiş olanaksız olduğu gibi geçmişsiz bir gelecek söz konusu değil madem, o halde kaderini sevmeli insan. Bilirsin ki Tanrını yarattığın çamura bağışlama erdemini boşuna katmadın.

11 Ekim 2009 Pazar

Yalnızın ölüm provaları

Boğuluyorum sanırım. Dört duvar mezar benzetmesini yapabilirim kendimi tutmasam. Gidip holün ışığını yakıyorum. Arşivimdeki en kasvetli şarkıyı açıyorum. Korkmuyorum, acıyorum.

Yalnız değilsin diyorum sonra kendime, en azından yalnızlıkta. Şu binlerce ışıktan hangisi, bir başka yalnızın karanlığını görünür kılmakta? İki yalnızlıktan ne zaman bir aşk doğmakta? Bir aşk ne zaman iki ayrı yalnızlığa kırılmakta?
Çok zaman geçmedi o günlerin üzerinden, hatırlamak henüz zor deği. Ayrı ayrı koltuklarda, televizyonun karşısında hiçbir şey izlemeden sessizliği bölüştüğümüz anları. Sonra yetmez olmuştu, kimseyle paylaşmak zorunda olmadığımız sessizliklerimiz olsun istemiştik. Böylesi daha katlanılır olacaktı. Oldu da. Birbirimizin acısını seyretmek zorunda değiliz artık.
Ağır ama işte zaman hala. Eriyip yayılıyor sanki odanın her yerine. An, bir oda kılığına bürünüp boğazımı sıkmakta. İnsan öldüğü zaman ne olur hakikaten, ne olur?

Kendini yıkan

Duvarlarını önce yıkan işgal edilir. Öyle kolay bir teslimiyettir ki seninki, zafer hissini bile yaşayamaz rakibin. Benim kalelerim öfkemin şiddetiyle yıkıldı hep. Ve öfke yerini acıya bıraktığında çok geçti artık.
Kılıç sesleri kesildiğinde ve artık güvende olduğumu hissettiğimde yavaş yavaş kalkarım ayağa, şöyle bir bakarım harap olmuş sarayımın haline. Komutanlarımı, büyücülerimi, rahiplerimi ve hatta soytarılarımı çağırırım huzuruma. Yüzümün yenilmiş çizgilerini mağrur bir kaş kaldırmayla silebileceğimi sanarak, 'neden derim, neden yine kaybettik?' Susarlar. Gürlemeye başlarım bu defa. 'Beceriksizler, beş para etmezler! Boşuna besledim sizi, boşuna bunca emek, boşuna bu kadar çalışmak... Yıkılın karşımdan!'
Sonra yorgun ve titreyen bacaklarımla tuğlaları toplamaya başlarım. Tek tek dizmeye koyulurum. Diğerleri beni izlerken uzaktan, aslında bilirler her zamanki gibi hile yaptığımı: harcın suyunu fazla katmışımdır yine.

Koleksiyoncu

Başlamadan biten aşklar koleksiyoncusu oldum. Bir ara fotoğrafları birikmişti karta basılı ya da belgelerim kloserlerinde dijital halde. Saklıyordum. İnsanlar gezdikleri ülkelerin, şehirlerin fotoğraflarını saklarken benim onları saklamış olmam hiç de anlaşılmaz değildi. Fotoğraflar o adamları neden istediğimi söylemiyordu, ama neden bittiğini açık edenler vardı aralarında. Şu poza bak diyordum, nasıl da gizlemeye çalışmış güvensizliğini sahte bir meydan okumanın ardına. Şuna bak, nasıl da mağrur duruyor, yanına yaklaşılmaz, izinsiz girilmez. Şu kendinden emin güzelliğe bak ya da şu ürkek gözlerdeki yabaniliğe. Canımı yakıp da gidenler, canımı sıkıp da gidenler, öylece gidenler, sır gibi gidenler, hakaret edip gidenler... bir şekilde gidiyorlardı işte. Ve sonra bir başkası bir şekilde buluyordu yerimi. Sormazdım nereden geldiklerini, ne istediklerini, ne zaman gideceklerini. Yalnız bir kadının evine gelmiş misafirlerdi onlar. İyi ki geliyordu bazen birileri, tam da yalnızlıktan çıldırmak üzereyken.
İki tür kadın vardır: yalnızlığın bir sonu olduğuna inandıkları için ev sahibi olacak bir erkeği bekleyenler, yalnızlığına kimsenin çare olamayacağını bildikleri için misafirlerle yetinenler. Ve alışılmış bir şeydir artık çarşafların yıkanması, odanın havalandırılması gibi, yüreğin avutulması. Kırgınlıklar, öfkeler, yarım kalmış hevesler, pişmanlıklar, özlemler, küçük düşürülmeler ve küçük düşürmeler, yorgunluklar, hatta aşağılanmalar. Hepsi bilindiktir, hepsi tanıdık. Tek bir adamla yaşamazsın da bunları, hep başka biriyle başka yoğunlukta yaşarsın. Sonuçta senin tercihindir bu. Sonuçta özgür anların vardır, olman gerektiği gibi yalnız olabildiğin. Sonuçta, belki sahte ve küçük ama tatlı heyecanların vardır. Sonuçta acıların tamamen sana aittir. Kendi deliğinde ve kendi deliliğinde hürsündür. Can sıkıntısını paylaşmak gibi iki kişilik bir deliliğe yeğlersin tüm bunları. Hala da yeğliyorum. Şimdi sana aşıkken mesela ve sen bırakıp gitmişken beni, bu tatlı acıyı büyütüyorum içimde. Az sonra çift kişilik yatağıma tek başıma uzanacağım ve "İyi ki yanımda değilsin aslında biliyor musun sevgilim. Bu yatakların diğer ucu çok dayanıksız, içimdeki şu sızının ömrü kadar" diyeceğim.

Hayatın anlamı

Çıldırmamak için yarattığım tüm mazeretleri tükettim, artık kaçış kalmadı. Önce sahip olduğum ne varsa terk ettim. Sırayla ve istisnasız. Çıplak kalırsam daha güzel elbiselerim olur sandım. Aklımı temizlersem daha güzel anılarım olacağını sandığım gibi. Geçmişi gelecekle temize çekebileceğime inanmıştım. Kulağa çocukça geliyor, değil mi? Açıkçası bir çaresizliğin dışavurumuydu bütün bu çılgınca çaba.
Hayatın intikamcı doğasını hesaba katmamışım. Yeni diye bir şey olmadığını, yeni sandığımız her insanın, her şehrin, her uğraşının, kendi tarihimizden bağımsız bir işlevi olmadığını görebiliyorum şimdi. Kirpi İkilemi, 7 yaşına dönüyor bir hipnoz seansıyla. Ne görüyorsun diye soran buyurgan sese iniltiyle karşılık veriyor: çok yalnızım.
İleriye sandığımız her yolculuk bizi karanlık geçmişimize bir adım daha yaklaştırıyor. Ana rahmine dönmeden önceki son yıllarım bunlar. Geride bir iz bırakmayacağım. Belki sonsuza kadar uzayda dolanıp duracak sesim ve geri dönüşümü sağlanamayan tüketim artıklarım. İnsan kaç adet pet şişe tükettiğini saymalı belki de, eğer niceliksel ifadelere ihtiyacı olabileceğini düşünüyorsa bir gün. Şu an benim var mesela.

Hayalsizler

İsimler, başımıza olmadık belaları açan onlardan başkası değil. Bir korkuya aşk, bir alışkanlığa dostluk adını koyabiliyoruz ve öyle olmadıklarını anladığımızda hayatı olumsuzlamak için mazeretlerimiz oluyor. Yine de tüm bu yıkıcı çabanın temelindeki güdüyü açıklamayı başarmaktan çok uzağız. Varlığı olumlanmayan çocuklar olduğumuzu söylüyorlar, yeterince sevilmediğimizi, hatta sevilmek bir yana sevgi nesnelerimizce istismar edildiğimizi. Hayattan kötülük beklemekle geçirdiğimizi ömrümüzü ve insanoğlunun bir lanet gibi aradığını daima bulan varlıklar olmasının bizim dışımızda işleyen bir mekanizmanın kavranması zor sonucu olduğunu keşfediyoruz.
Gidişinize anlam vermeye çalışıyorum. Aynaya bakıyorum, etime buduma, gözbebeklerimde suçlulukla, endişeyle, kararsızlıkla bir an yanan bir an kaybolan ışığa, ışıksızlığa. Aklıma bakıyorum aynalarda, peşpeşe sıralanan çalıntı düşüncelere, sırasını şaşıran, bir görünüp bir kaybolan bilgi dedikleri kalabalığa. Şüphenin prangasından kurtulamayan tüm tümevarımlarıma ve öğrenmeyi henüz başaramadığım acıklı derecede cılız tümdengelimlerime. Kalbimi arıyorum olması gereken yerde, hep aklımda bir sızlama buluyorum olmaması gereken yerde.
Tüm bunlar yüzünden gittiniz, biliyorum. Ben gitmedim, çünkü bunlardan fazlasına sahip olmanız gerekememişti benim için. Bundan fazlasını beklemek bir insandan cinayetti.

Ömrümün son günü

Bir insanın ölümüne değil, doğumuna ağlanmalıdır.

Montesquieu.

Yaşlı bir kadınım artık. Yaşlı, güçsüz ve yalnız. Bir huzurevine yerleşecek kadar param olduğu için şanslıyım. Gençliğimde bunu asla gerçekleştiremeyeceğimi ve sokaklarda öleceğimi düşünür, ne yalan söyleyeyim gizli gizli korkardım bu gelecekten. Dile getirilmeyen ve dile gelmedikçe içimde büyüyen bir sürü dehşetli korkumdan biriydi bu da. O zamanlar yaşlılığı hayal etmek bile ölüm isteği uyandırırdı tüm hücrelerimde. İnsan yaşlanmadan ölmeli diye geçirirdim sık sık içimden. Bazılarının kolaylıkla kabullendiği o yolculuk fikri bende sadece titremeye neden oluyordu.

En iyi ölüm bir kaza kurşununa denk gelmekti, şansım yaver gitmedi ve işte şimdi bu pencerenin önünde oturmuş hiçbir anlamı olmayan bir hayatın son gününü bekliyorum. Ölmek için, delirmek için, yitip gitmek için her şeyi yapmıştım ve gücünü bu pervasızlıktan alan vahşi bir yaşama dürtüsüyle de çok şey denemiştim. Huzur, düzen, ahenk olmadı hiçbir zaman aradığım. Bunlara çok ihtiyaç duyduğum zamanlarda, tek erişebildiğim can sıkıntısıydı ve bir süre sonra bu kelimeleri zihnimden silmiştim.
Kaçmak bir alışkanlık haline gelmişti. Hiçbir kaçışıma 'gitmek' adını verecek kadar ikiyüzlü olmadım. Düzene tahammülsüzdüm ve hiçbir kurgunun uzun süre parçası olamıyordum. Birbirinden hiçbir farkı olmayan, adeta anlamını birbirini taklit etmekte bulan, neredeyse sonsuza kadar sürecek şekilde planlanmış bütün o günler, ölüm korkumu tetikliyordu. Durmak ölmek demekti. Kaçmanın vakti geldiğinde kimseye hoşça kal demeden tüyerdim, ardımda tek bir iz bırakmadan.

Zor bir yaşamdı benimki. Bir sürü yeni insan, bir sürü yeni mekan, bir sürü yeni alışkanlık, yeni korkular, yeni acılar ve taze sevinçler ile yürüdüm yolumu. Gücü de güçsüzlüğü de tattım. Güç karşısında başdönmeleri yaşadım, gücümü kötüye de kullandım ama güçsüz kaldığımda onların beni yere sermesine içerledim yine de, itilip kakıldığımda ağladım çoğu kere.
İnsan kendini evrenin merkezi sanıyordu ve işin kötüsü bunun aksini ispat edecek hiçbir sağlam fikir oluşturulamamıştı.

Bir kız çocuğu doğurmayı düşündüm ve bunun ardında ilerleme fikrini görüp vazgeçtim. Modern insan doğası gereği üremiyordu, kendi yarım kalmışlığını tamamlaması için klonluyordu kendini sadece. Bense biliyordum insanın yarım bir varlık olduğunu, bunun insanın kaderi olduğunu. Kızıma ne sorabilirdim ki hayatla ilgili, o bana bunun yanıtını verebilsin. Bir başka insanın acısının sebebi olmaktan başka ne işe yarardı ona can vermek. Tanrıcılık oynamaktı bu ve sadece aptallar buna kalkışırdı.
Kendimle ilgili barışık olduğum tek şey yalnızlığımdır herhalde. Şu pencerenin önünde oturup rüzgarın salladığı ağaçları izlerken, karşımda benim kadar yorgun, benim gibi acıyla ölümü bekleyen, benim gibi çaresiz bir adam oturmadığı için, dışarıda hayatın ezici ağırlığı altında debelenen bir kadın bırakmadığım için mutluyum. Pişman olduğum tek şeyse yaşamanın hakkını verememiş olmamdır. Denedim, denedim, denedim ama başaramadım. Tıpkı hiçbirinizin başaramadığı ve başaramayacağı gibi. Daha anlamlı ya da anlamsız olamaz ki, bir eskiz bu sadece.

En çok kaderimi sevdim

Valizim karmakarışık, belli ki öfkeyle hazırlanmış ve sarhoş bir kadın tarafından taşınmış buralara kadar. Ben sadece bir valize sığdırılabilecek kadar sadeleşsin istemiştim hayatım, 'insan bir valizde taşıyamıyorsa onları sahip olduğunu sandıklarından hiçbirine sahip değildir aslında' demiştim. Peki ama ona neden böyle hoyrat davranıyorum? Daha nelerden vazgeçmem gerekiyor, daha ne kadar kaybolmam gerekiyor bulmak için kendime ait olanı?

Bazen bizi harekete geçirecek tek güç öfkedir. Valizime tekmeler savurarak dolanıyorum işte ben aranızda. Birini sahip olmadıkları için sevebilir misiniz, onunla sahip olmadıklarınızı paylaşabilir misiniz? Cevap bile veremiyorsunuz değil mi bayım, o halde siktir olup gidin karşımdan! Asla aşağılanmayacaksınız, asla düşmeyeceksiniz, asla utandırılmayacaksınız, asla kaybetmeyecekseniz: sizi tutunmakla lanetlediler çünkü.

Bakın hanımlar beyler, bu hayatta gücü reddetmenin bedeli güçsüzlüktür; yakılacak kitapları yutmamak gerekir. Tek bir seçim hakkınız var: hayır diyecekseniz cehennemi seçtiğinizi bilin. Özgürlüğün karşılığı yoktur, onu alamazsınız, o olursunuz sadece. O yüzden bırakın şimdi ağlaşıp durmayı da sevişin mesela, seksten daha pratik bir yolu yok bu yanılsamayla boğulmanın.

Kendime ait bir oda, ben şimdi oraya gidiyorum. Elveda demeye de gelmiş olabilirim buraya, kalabilirim de odamda bir süre. Bilmiyorum ve lütfen bana bunun öngörülebilir bir durum olduğunu söyleyip beni sorumlu kılmaya kalkmayın başıma geleceklerden. Olduğumuz kişiler değiliz, olmamıza izin verilen kişileriz. Olmamakla yıkanıyorum şimdi, bu rüyanın her an yıkılabileceğini biliyorum ve biliyorum ki korkunun gölgesi yoksa üzerinde hiçbir mutluluk sahici değildir.

24 Eylül 2009 Perşembe

Hayatın anlamı

Çıldırmamak için yarattığım tüm mazeretleri tükettim, artık kaçış kalmadı. Önce sahip olduğum ne varsa terk ettim. Sırayla ve istisnasız. Çıplak kalırsam daha güzel elbiselerim olur sandım. Aklımı temizlersem daha güzel anılarım olacağını sandığım gibi. Geçmişi gelecekle temize çekebileceğime inanmıştım. Kulağa çocukça geliyor, değil mi? Açıkçası bir çaresizliğin dışavurumuydu bütün bu çılgınca çaba.
Hayatın intikamcı doğasını hesaba katmamışım. Yeni diye bir şey olmadığını, yeni sandığımız her insanın, her şehrin, her uğraşının, kendi tarihimizden bağımsız bir işlevi olmadığını görebiliyorum şimdi. Kirpi İkilemi, 7 yaşına dönüyor bir hipnoz seansıyla. Ne görüyorsun diye soran buyurgan sese iniltiyle karşılık veriyor: çok yalnızım.
İleriye sandığımız her yolculuk bizi karanlık geçmişimize bir adım daha yaklaştırıyor. Ana rahmine dönmeden önceki son yıllarım bunlar. Geride bir iz bırakmayacağım. Belki sonsuza kadar uzayda dolanıp duracak sesim ve geri dönüşümü sağlanamayan tüketim artıklarım. İnsan kaç adet pet şişe tükettiğini saymalı belki de, eğer niceliksel ifadelere ihtiyacı olabileceğini düşünüyorsa bir gün. Şu an benim var mesela.

8 Eylül 2009 Salı

Her şey yerli yerinde

Aşk benim için ne zaman olan değil, yaratılan bir şey haline geldi, hatırlamıyorum. Bunun böyle olduğunu mu keşfetmiştim yoksa bunu ben mi icat etmiştim, emin değilim. İnsanın zorunlulukları tercihlerine, tercihleri de zorunluluğuna dönüşebiliyor ve başını kaçırmışsan hadisenin geri dönüp keşfetmek gerçeği çok kolay olmuyor. Gerçek ne işe yarar ki öte yandan, iyileşmeye inanmıyorsan, insanın bir hastalık olduğundan bunca eminsen?

Evet, aşk yazmak için oturdum klavyenin başına. Anlatmalı bu kurguyu, itiraf etmeli ve kurtulmalı belki de. Ceza ya da af değil beklediğim, kimilerinin iştahla salyaları aksa da, biliyorsunuz ki tiksiniyorum bu hallerinizden. Kibir? Hayır sevgili dostum, kibir değil, umarsızlık dedim değil mi sana bin defa. İnsanda sevdiğim şey aşık olma ve bilme kabiliyetiydi. Onları yitirdiğimizden beri, yürek ve zihin öldüğünden beri, yavaşlatılmış bir intihar edimidir her nefes alışımız. Benim tek becerebildiğimse, belki de tek başarım bu ömrümde, o süreci yavaşlatmaya kalkmamaktır. Siz büyük ahmaklar... Yoo hayır, bugün size çatmaya niyetim yok. Gerçek bir umarsızlıkla kutsanmış olarak uyandım bu sabah.

Ahmet Hamdi'nin mezarı başında bekledim geçen gün. 'Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında' diye mırıldanarak, tek dostunun, hocasının yanına uzanıvermiş. Aralarında ise gereksiz bir takım cesetler kök salmışlar, gereksiz bir hayatın gereksiz anıtları olarak. Sanki yaşamışlar gibi ölümü hak ettiklerini sanıyorlar. Mezarlıkları seviyorum, orada kimse oynamıyor. Herkes olması gerektiği gibi, başından beri zaten olduğu gibi.

Zaman üzerine düşünüyorum sonra, Ahmet Hamdi'nin ne güzel bir yalan söylediğini, kendini derviş ilan ederken nasıl acılı bir zevkle kendinden geçtiğini. Bütün bir hayatını harcadı, aradığı şeyi bulamadı. Tanrım, başım dönüyor bu kusursuz başarısızlığı düşündükçe. Bir an için, durée'yi yaşıyorum, rüzgarda uçan bir tüy kadar hafifim işte ben de.

Ah evet, bir de aşk vardı değil mi? Sevişen iki insan arasında aniden parlayan ve orgazmın hoyrat nefesiyle sönüveren bir an. Güzeldir, korkunçtur, hüzünlüdür. Anlamın içine girip onun tarafından dışarı tükürülmektir. Aşk insanın en güzel başarısızlığıdır. Sonrası çok iyi biliyorsunuz ki açgözlü bir yalandır.