21 Kasım 2009 Cumartesi

Anlatıcı (1)

Deli gibi öksürüyordu kadın, ciğerlerinden çıkan ses kulaklarını yırtıyordu. Bir zamanlar ince hastalıktan ölüyordu kadınlar, şimdi kimsenin ölmesine izin vermiyorlar, diye düşündü.
Doktora gitmiyordu, ilaç almayı kabul etmiyordu, şarapla uyuşturuyordu ciğerlerini de, yüreğini de.

-Yürek mi dedin? Ah anlatıcılara da güvenemeyeceksek hikayemizi kime teslim edeceğiz?
-Kendin anlat o zaman! Madem müdahale edeceksin her cümlede beni neden çağırdın?
-Nesnelliğe ihtiyacım olduğu için. Kendimle arama koymam gereken mesafe olacaktın sen, ama yeterince odaklanmıyorsun bence karakterine.
-Kalpsiz olduğunu mu söylüyorsun yani? O zaman çektiği acıyı neyle açıklayacağız?
-Acı çektiğini nereden çıkarıyorsun? Çağımız insanı acı çekemez, acının gösterisini yapar sadece. İşin acıklı yanı, içten içe çok iyi bilmemize rağmen bunu, sadece kendimizinkine değil diğerlerinin acısına da inanıyormuş gibi davranmamız. Hikayenin devamında çok kritik bir görevi olacak bu bilginin, daha dikkatli olmalısın.
-Devam edebilir miyim artık, sanırım nasıl devam edeceğimi biliyorum şimdi.
-Şaşırt beni!

Gizli bir haz almasaydı ağrıyan ciğerlerinden belki günde beş kere ilaç almasını, çorba içmesini söyleyen arkadaşlarının sözünü dinlerdi. Ruhu ölmüştü ve bedensel acıyı hayatta olduğunun tek kanıtı gibi duyumsuyordu. Bir kez daha yenilmişken aşkta, yüreğinin olması gereken yerde kocaman bir boşluk duruyordu ve ciğerlerindeki yangınla varlığını görünür kılabiliyordu. "Hastayım" diyordu rastladığı insanlara, patronunu arayıp, "hastayım, gelemeyeceğim" diyordu. "Hasta biri bir şey yapmak zorunda değil" diyordu kendine; böylece asıl yapmak istediğini yapıyordu; hiçbir şey. Asla yapmamıza izin verilmeyen tek şey.

-Uzattın mı biraz bu muhabbeti ne dersin? Felsefe yapmayı bırak, izin ver de hikayeye yer kalsın.
-Bilmem, yazmaya başlamadan önce seni fazla okuduğum için etkilendim sanırım tarzından.
-Sorma, ben de. Ne zamandır kendimi taklit etmeye başladığım için seni çağırdım zaten ama bakıyorum sen de pek özgün bir dil tutturamayacaksın.
-Deniyorum, tamam mı?
-Pekala, heyecanla muvaffakiyetini bekliyoruz.

Hayatındaki her büyük yüzleşme anında oluğu gibi, geri çekilmek ve uzun uzun içine bakmak istiyordu. Kendiyle kalması lazımdı, bu anı kaçırırsa irtibatı kaybedeceğinden korkuyordu. Bir zamanlar, yani henüz genç bir kızken, onu dehşetle korkutan ve kendisini unutana kadar insanlara kaçmasına neden olan durumlar artık ters yönde bir kaçışa neden oluyordu. "Bende beni korkutacak bir şey kalmadı" yazmıştı geçenlerde, gerçekten de içindeki en küçük kımıltıyı bile kaçırmamaya çalışıyordu, ufacık bir tıkırtıya bile kulak kesiliyordu.

-Ruhunu öldürdüğün bir karakterin içinde aradığı ne ola ki?
-Komadan çıkabileceğine dair bir kanıt olabilir mi?
-Şöyle diyelim, insanın iki paralel yolu ve yolculuğu vardır hayatta. Biri dışında, biri içinde. Biri ölçülebilir 'zaman' ile alakalı, diğeri dışsal gerçeklikten tamamen koptuğumuz 'an' ile. Şimdi o anlardan birinin kıyısında kadın. Dondurmak istiyor zamanı. Acı dışarıda, çünkü acı kurgusal zamanla ilgilidir. Ya geçmiştedir ya da gelecektedir sebebi. Bu kadının arası iyi değil zamanla. Geçmişi büyük oranda kaybetmiş ve gelecekten beklentisi kalmamış.
-İşte bu yüzden çağımız insanı acı çekmiyor! Ancak bu bir yandan da başarı gibi geliyor kulağa. Üstelik ilerleme fikriyle de çelişiyor gibi.
-İlerleme sadece form olarak devam ediyor. İnsanların içinde bir yansıması yok uzun zamandır. İnsanlar ilerlemeye inanmadan ilerliyorlar artık. Kabus da bu zaten. Din bu yüzden hortladı.
-Devrim kalmadı, sizin için bir miktar Tanrımız her zaman vardır gibi.
-Daha da kötü, gerçeklik öldü.
-Felsefe yok demiştin.
-Hikayeye yedirmelisin bunları. Neyse bugünlük bu kadar yeter. Yarın şu yüzleştiği şey neymiş bakalım. Aşka çıktığı her yolun insanın kendisine varması beni her zaman şaşırtmıştır. Hala alışamadım.
-Çay koyuyorum, içersin değil mi?
-Hayır, kaç kere söyleyeceğim, sıcak bir şey iç-me-ye-ce-ğim! Şarabı uzatsana bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder