21 Kasım 2009 Cumartesi

Anlatıcı (2)

Makyajını temizliyor özensizce, maskesini çıkarmış gibi rahatlıyor birden. Siyaha ve kırmızıya boyanmış mendille, masasındaki külleri de hallediveriyor. Telefon titreşiyor mesajla, irkiliyor. Kendisine aşık olduğunu söyleyen ve sadece bu yüzden nefret ettiği bir adamdan gelmiş; sitem ediyor yine saçmasapan bir şeylere. Aşkın, karşılıksız olduğu durumlarda neredeyse tacize dönüştüğüne karar veriyor. Romantik ilgiden hoşlanan kadınlardan değil o, aşık olmadığı erkeklerin ilgisiyle beslenmek bir yana tiksiniyor adeta bu tür yakınlaşmalardan. Aşık olmadıkları adamları çevrelerinde tutmak için her türlü kadınlık numarasını seferber eden hemcinslerinden de bir o kadar iğreniyor. Ve elbette bu kaltakların elinde oyuncak olmuş adamlara da sövüyor her karşısına çıktıklarında. Vampirler yaşamak için birilerinin kanını emerler, bu insan müsvetteleri eğlenmek için yapıyor aynı şeyi.

Kayıtsızlık maskesini çıkarınca yüzüne yorgun bir acının ağırlığı çöküyor. Neyse ki odasında ayna yok; odasında bir yatak, bir dolap ve bilgisayar masasından başka şey yok zaten. Etrafa saçılmış, valizlere tıkılmış kıyafetlerinden, masanın altına dizilmiş ayakkabılarından başka kişisel eşyası da yok uzun zamandır. Birkaç yıl önce sahip olduğu her şeyi bırakıp bir valizle yollara düştüğünden beri yeni bir şeye sahip olmadı. Buna erkekler de dahil. Yıllardır kimseyi sevmedi, kendisini sevmeyen bir-iki adama aşık oldu, kendisini seven bir-iki adamın canına ot tıkadı, hepsi bu. Sevişmeyi bile bıraktı sonunda, zaten genelde tek bir kare hatırlayamayacak kadar sarhoş oluyordu. Belleğine hiç çıkmayan rüyalar gibiyse şayet sevişmek, gerek de yoktu onca ön hazırlığa, medeniyet gösterilerine. En korkuncu da aşık olma ihtimalini göze almaya.

Pişman mıydı? Kendini kirlenmiş hissettiğine göre öyle olmalıydı, ama oynamazsan kirlenmezsin, yaşamazsan üzülmezsin, canın yanmazsa bilemezsin. Kuralları basittir hayatın. Aşık olmazsan herkes gibi olursun: ot. Eninde sonunda zaten hepimizin olacağı şey, belki de kök salmaya başlamıştır o da, henüz bilmiyor. Ondandır belki de platonik aşklarından avaz avaz hikayeler çıkarmaları, ondandır varlığı bile tartışmalı adamlara karakter yazmaları, ondandır beceremeyen adamlardan seks tanrısı yaratmaları. Gülümsüyor, içindeki veledi yaramazlık yaparken yakalamış müşfik bir anne gibi. Hala az da olsa vakit varken oyna çocuğum, diyor. Sadece çocuklar aşık olabilir, çünkü sadece onlar merak ederler ve aşk bilmek isteğinden başka bir şey değildir. Yine de keşke öğrendiklerimiz her seferinde bu kadar çirkin olmasaydı.

-Fena değildi, bir birayı hakettin.
-Ya birayı siktir et de, bir dahaki sefere daha az karışacağına söz ver. Ellerin boğazımdayken yazmak inan kolay olmuyor.
-Sen bilirsin, acayip içesim vardı zaten.

Anlatıcı (1)

Deli gibi öksürüyordu kadın, ciğerlerinden çıkan ses kulaklarını yırtıyordu. Bir zamanlar ince hastalıktan ölüyordu kadınlar, şimdi kimsenin ölmesine izin vermiyorlar, diye düşündü.
Doktora gitmiyordu, ilaç almayı kabul etmiyordu, şarapla uyuşturuyordu ciğerlerini de, yüreğini de.

-Yürek mi dedin? Ah anlatıcılara da güvenemeyeceksek hikayemizi kime teslim edeceğiz?
-Kendin anlat o zaman! Madem müdahale edeceksin her cümlede beni neden çağırdın?
-Nesnelliğe ihtiyacım olduğu için. Kendimle arama koymam gereken mesafe olacaktın sen, ama yeterince odaklanmıyorsun bence karakterine.
-Kalpsiz olduğunu mu söylüyorsun yani? O zaman çektiği acıyı neyle açıklayacağız?
-Acı çektiğini nereden çıkarıyorsun? Çağımız insanı acı çekemez, acının gösterisini yapar sadece. İşin acıklı yanı, içten içe çok iyi bilmemize rağmen bunu, sadece kendimizinkine değil diğerlerinin acısına da inanıyormuş gibi davranmamız. Hikayenin devamında çok kritik bir görevi olacak bu bilginin, daha dikkatli olmalısın.
-Devam edebilir miyim artık, sanırım nasıl devam edeceğimi biliyorum şimdi.
-Şaşırt beni!

Gizli bir haz almasaydı ağrıyan ciğerlerinden belki günde beş kere ilaç almasını, çorba içmesini söyleyen arkadaşlarının sözünü dinlerdi. Ruhu ölmüştü ve bedensel acıyı hayatta olduğunun tek kanıtı gibi duyumsuyordu. Bir kez daha yenilmişken aşkta, yüreğinin olması gereken yerde kocaman bir boşluk duruyordu ve ciğerlerindeki yangınla varlığını görünür kılabiliyordu. "Hastayım" diyordu rastladığı insanlara, patronunu arayıp, "hastayım, gelemeyeceğim" diyordu. "Hasta biri bir şey yapmak zorunda değil" diyordu kendine; böylece asıl yapmak istediğini yapıyordu; hiçbir şey. Asla yapmamıza izin verilmeyen tek şey.

-Uzattın mı biraz bu muhabbeti ne dersin? Felsefe yapmayı bırak, izin ver de hikayeye yer kalsın.
-Bilmem, yazmaya başlamadan önce seni fazla okuduğum için etkilendim sanırım tarzından.
-Sorma, ben de. Ne zamandır kendimi taklit etmeye başladığım için seni çağırdım zaten ama bakıyorum sen de pek özgün bir dil tutturamayacaksın.
-Deniyorum, tamam mı?
-Pekala, heyecanla muvaffakiyetini bekliyoruz.

Hayatındaki her büyük yüzleşme anında oluğu gibi, geri çekilmek ve uzun uzun içine bakmak istiyordu. Kendiyle kalması lazımdı, bu anı kaçırırsa irtibatı kaybedeceğinden korkuyordu. Bir zamanlar, yani henüz genç bir kızken, onu dehşetle korkutan ve kendisini unutana kadar insanlara kaçmasına neden olan durumlar artık ters yönde bir kaçışa neden oluyordu. "Bende beni korkutacak bir şey kalmadı" yazmıştı geçenlerde, gerçekten de içindeki en küçük kımıltıyı bile kaçırmamaya çalışıyordu, ufacık bir tıkırtıya bile kulak kesiliyordu.

-Ruhunu öldürdüğün bir karakterin içinde aradığı ne ola ki?
-Komadan çıkabileceğine dair bir kanıt olabilir mi?
-Şöyle diyelim, insanın iki paralel yolu ve yolculuğu vardır hayatta. Biri dışında, biri içinde. Biri ölçülebilir 'zaman' ile alakalı, diğeri dışsal gerçeklikten tamamen koptuğumuz 'an' ile. Şimdi o anlardan birinin kıyısında kadın. Dondurmak istiyor zamanı. Acı dışarıda, çünkü acı kurgusal zamanla ilgilidir. Ya geçmiştedir ya da gelecektedir sebebi. Bu kadının arası iyi değil zamanla. Geçmişi büyük oranda kaybetmiş ve gelecekten beklentisi kalmamış.
-İşte bu yüzden çağımız insanı acı çekmiyor! Ancak bu bir yandan da başarı gibi geliyor kulağa. Üstelik ilerleme fikriyle de çelişiyor gibi.
-İlerleme sadece form olarak devam ediyor. İnsanların içinde bir yansıması yok uzun zamandır. İnsanlar ilerlemeye inanmadan ilerliyorlar artık. Kabus da bu zaten. Din bu yüzden hortladı.
-Devrim kalmadı, sizin için bir miktar Tanrımız her zaman vardır gibi.
-Daha da kötü, gerçeklik öldü.
-Felsefe yok demiştin.
-Hikayeye yedirmelisin bunları. Neyse bugünlük bu kadar yeter. Yarın şu yüzleştiği şey neymiş bakalım. Aşka çıktığı her yolun insanın kendisine varması beni her zaman şaşırtmıştır. Hala alışamadım.
-Çay koyuyorum, içersin değil mi?
-Hayır, kaç kere söyleyeceğim, sıcak bir şey iç-me-ye-ce-ğim! Şarabı uzatsana bana.

Anne, sen düşmenin tadını hiç bilmeyeceksin

Ben bu gece bir kadın gördüm. Gerçekliğinden emin değilim, rüya gibiydi daha çok. Yine de anlatmak istiyorum, belki bu rüyanın yorumlanmaya ihtiyacı vardır.
Geçmişimi ve geleceğimi gördüm onda. Bir pavyona girdi, altında siyah eşofmanı ve siyah spor papuçları, siyah montu ve boynuna astığı, sıkı sıkı sarıldığı çantasıyla. Onu eşofmanından tanıdım önce, sonra taranmamış, bir tokayla rast gele tutturulmuş sarı uzun saçlarından. Sarhoştu, fazlasıyla. Rakı istedi, bir de mikrofonu sahnedeki lavuktan. Sonra çok eski bir şarkıyı emretti ve bana baktı. Elimi tuttu. Gözlerimin ta içine girdi yanık bakışları. "Çok güzelsin" dedi, "senin ne işin var burada?" Bilmiyordum cevabını, her akşam makyaj yapmak için aynanın karşısına geçtiğimde aynı soruyu soruyordum kendime ve ayna lal olmuştu ne zamandır. Elimi tuttu. Elleri sıcacıktı, ellerim donuyordu. Mutluluk bu olmalıydı. Gözlerimi 50'li yaşların o korkunç güzelliğinden alamıyordum ve sarhoş dudaklarından, deli gözlerinden.
Annem geldi aklıma. Onun orta sınıf ahlakıyla körelmiş vicdanı, onun acımayı ve karşılıksız sevmeyi unutmuş, korunaklı hayatının dışındaki dünyaya kör ve düşman bakışları geldi aklıma. Keşke bu ayyaş ve berbat sesiyle mikrofona tecavüz eden kadın benim annem olsaydı diye geçirdim içimden. Keşke, sadece kafam bir dünyayken aradığım, sevdiğimi, özlediğimi söylediğim annem, "Beni sarhoşken arama bir daha" demek yerine, bana bir "Benzemez Kimse Sana" patlatıverseydi telefon ahizesini mikrofon farzedip. Artık çok geç. Pek sık sarhoş olmuyorum, olduğumda da pek duygulandığım söylenemez. Annemi özlemiyorum artık. Sanırım artık onu sevmiyorum bile.
Saçlarına dokunmak istedim ve her şeyden çok bir kadının şefkatine ihtiyacım olduğunu hissettim. Yeterince büyüdüysen eğer erkeklerin verebileceği bir şey olmadığını anlarsın sevginin.
Sonra düştü, bildiğiniz sarhoş bir kadın gibi yere düştü. İçimden bir şeyler düştü. Kırıldım, yaralandım, sarsıldı sanki tüm dünya onun düşüşüyle. Düştüğün yerde kal güzel kadın, yanına geleceğim.

Yaşıyorum, kendimi bildim bileli

"Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! "

Gözlerinin içine bakıyorum kahpe şehir. Bir yaz gecesinde beni nasıl çektiysen kadife kollarına, bir kış sabahı kolumdan tutup hoyratça atacaksın surlarından karanlık sularına. Biliyorsun korkmuyorum; kimi yaşamaya gelir, kimi ölmeye.
Mezarlıklarında dolanıyorum yerini şaşırmış kayıp bir ruh gibi. Beşir Fuad haklıymış, haklı, hak, bu evet hak.

"kırık cam paslı bıçak denendi bileğimde
alkole batmış kanım süzüldü usul usul
dönüp baktım aynaya gözlerimde bir şenlik
benden cazip olamaz şimdi hiçbir istanbul"

Görkemli bir kaybediş seninki, kanla yazılan, sıradan ölümlülerin kanını donduran. Ameliyatını icra ettiğin yaştayım şimdi. Senin kadar yorgun, senin kadar Allahsız, senin kadar yalnız. O son anda kapım bile çalmayacak. Bir felaket yok başımda, bir aşk yok, bir bela yok. Başımda bir yalnızlık var. Ve kaçtığım insanlık.

"En iyiler
genellikle intihar ederler,
sadece kaçmak için.
Ve geride kalanlar
asla tam olarak anlayamazlar,
neden biri onlardan kaçmak istesin ki! "

Tiksinti, çok yakında, sinsi sinsi ilerliyor, duyuyorum. Yalanlara inanmayı beceremiyorum. İnsanın yazgısıdır kendini sevmek, oysa oturup iki kadeh içmek istemezsin kendinle bir arkadaş gibi kapını çalıp içeri girse. İstemekten vazgeçtiğinde geriye kalan şeydir ölüm.

"Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce."

....
Tevfik Fikret.
Sefa Kaplan.
Charles Bukowski.
Cesare Pavese.

10 Kasım 2009 Salı

The man who wasn't there

Arıza kadınlardan işte o da bildiğiniz. Babası hiç olmamışlar, babası terk eylemişler, babası bir var bir yok olanlar, babası beş para etmezler, babası çok çalışanlar, babası para basanlar, babası pek eve uğramayanlar; tembel babalar, sorumsuz babalar, istismarcı babalar, şiddet seven babalar, vurdumduymaz, çocuk sevmez babalar; zorunluluktan çekip gidenler, hiçbir sebep yokken gidenler, başka kadın için gidenler; fazla kötü olduğu için, fazla iyi olduğu için, sadece öyle olduğu için.... Farketmez, babalar sikimizde falan değil, ama söylemeyin üzülmesinler yine de. Üzülürler çünkü akıllara durgunluk verir bir şekilde bu hiç siklenmeyen, asla çocukları tarafından sevilmemiş adamlar.

Baba toplumsal hayata giriş biletinizdir, öyle de can sıkıcı bir işlevleri vardır. Babasız kızlar şanslıdır. Erkekleri sömürmeyi bilmezler, erkek idare sanatından bihaber, sonsuza kadar çocuk kalma haklarını kullanırlar. Patronlarını kıçlarına takmazlar, öğretmenlerine saygı duymazlar, koca sözü dinlemezler, erkeklerine muamale çekmezler, her türlü otorite figürüne nanik çekerler sadece. Kimse onlara bulaşmak istemez, babaları nasıl siktir olup gittiyse yanlarına yaklaşma hatasına düşmüş herkes kıçlarındaki kazığı çıkarmaya çalışarak uzaklaşır.

Varlığını sevmez onlar adamların, yokluğuna masallar yazarlar. Her arıza kadının bir orada olmayan adamı vardır, acı çektirsin diye kendine. Ve aklı başında herkes bilir ki kimse tadından yenmeyen acılara tenezzül etmez. İtinayla yaratırlar onlar olmayan adamlarını: gözleri yoktur mesela adamların, elleri ahşaptandır, dilleri yılan kuyruğu, tenleri çelik, kalpleri kör kuyu, kanları tuğla tozu. Gerçek adamlar yaşamaktadırlar, bu kadarı fazla gelmektedir arıza kadınımıza.

Sinemaya gitmeyelim, birlikte yemek yersek var olursun, yemeyelim o yüzden; konuşmaya kalkarsan buz kesilirim, ihtiyaçların falan da olmamalı, içmek ve arada bir işemek dışında. Mümkünse yatakta da başarısız ol, sakın olma hatta, sakın becereme, sakın inleme, asla erekte olma. Düşünme, söyleyecek sözün olmasın hiçbir konuda ama sakın çaktırma. O kocaman boşluklar kolay yaratılmıyor, biraz çabala. Sonra lütfen ama lütfen sana nasıl aşık olduğuma bakıp gururundan çatla, orada olmayan adam olmak kolay mı?